Her Partiye bir Ordu, Sedat Aral

Açmazların kısa tarihi…
Türkiye’de siyasi liderlerin korunma içgüdüsü yeni değil. Hemen hemen, her iktidarın kendine özgü bir korunmaya ihtiyacı ve bunu sağlamaya yönelik girişimi var.
Kimi Askeri kendine bağlamak istemiş, kimi Polisi.
Asker, devletin kurucu ögelerinden biri olduğundan  siyasi liderlerle bu tip direk ilişkilerin dışında kalmaya çalışmıştı. Hatta bu tip oluşumların kendisine karşı olduğunu düşünüp, bu ülkede zaman zaman, partizanca davranışlar sergileyen diğer güvenlik kurumlarını örselemiş, kendi içinde de bu amaçla büyük temizlikler yapmıştır.
Darbe dönemlerinde yeniden yapılanmalara gidilmiş ama her defasında yeniden aynı noktaya gelinmiştir.
Bir anlamda darbeler bu tip oluşumlar için yeni yön olarak kabul edilmiştir.

Türkiye PKK ile tanışıyor
1979 yılından itibaren Türkiye farklı bir örgütlenmeyle karşılaşmış, etnik istemlerle, aktif teröre kilitlenen Kürdistan İşçi Partisi(PKK) ile karşılaşmıştır. Değişik Ortadoğu ülkeleri ile bağlantısı olan bu örgüt, Feodal, Marksist bazen etnik bir şekilde, içinde faşizme de kayan teoriler ile büyümüştür.
1980 ve 1990’larda eskiden Apocular olarak bilinen PKK, Türkiye’nin kendine has hukuksuzluğu ve politikacıların hak-hukuk gözetmeden hoyratça kullandıkları devlet imkanları ile uluslararası bir ağa dönüşmüş, devlet bürokrasisine benzeyen bir örgüt haline gelmiştir. Dünya literatürlerinde ise Filistin Kurtuluş Örgütü(FKÖ) ve Tamil Kaplanları’ndan sonra en karmaşık örgüt olarak yerini almıştır.
Türk politikacısının “Yönetimde kalmak için her şey mubahtır” felsefesi ile inanılmaz bazı girişimlerde bulunduğu her gün yeni belgelerle ortaya çıkmaktadır.
Özal döneminde, tam olarak niye Güneydoğu’ya gönderildikleri bilinmeyen Özel Polis Harekat Timleri, Somoza’nın Nikaragua’daki dehşet verici Faşist Polis Örgütü’ne benziyorlardı. Özel Polis Timleri, polisle işbirliği yapan Jandarma Uzman Çavuşları… “Eylemleri olan” olup da “kendisi olmayan” JİTEM, yeniden organize olup amaçları değişen polislerden oluşan İmamın Ordusu, bunların bazılarıdır.
Tansu Çiller Çiller’in Soğuk Savaş dönemi NATO’dan kalma Gladio’ya yeni Tarikat motoru takıp yürütmeye çalışması da bunlara eklenebilir.
Bunların her biri de en vahşi ve aktif terör örgütlerini gölgede bırakacak eylemlere imza atmış yasa dışı işlere bulaşmış, kabul gören örgütlenmelerdir.
Bu zincire 90’larda işlenen cinayetlerle bir de İslami oluşumların İran ve Suudi Arabistan’dan ithal ettikleri yine polisin kullanıldığı yeni bir şiddet türü ortaya çıkmış, siyasi oluşumlar, dışarıda etkin olabileceklerini düşündükleri muhaliflerini öldürerek güvenliklerini sağlamaya çalışmışlardır.
Öylesine ki;
Uğur Mumcu cinayeti ile ilgili Hizbullah’ın suçlanması bambaşka bir süreçti.
Güney Lübnan Lübnan’da o tarihte görüşme olanağı bulduğum Nasrallah’a bunu sorduğumda “biz değiliz” demişti. Görüşmenin ilerleyen zamanlarında Nasrallah Lübnan, Trablus’ta Müslüman Kardeşler’e bağlı İslami Hareket denen örgütün bu işi yapmış olabileceğini, Türkiye ile her düzeyde onların ilişkisi olduğunu söylemiş ve bu örgütün böyle bir çalışması olduğunu da belirtmişti. Tabii bu bilgi ne kadar güvenilir olabilirdi? Sonuçta Nasrallah’ın Hizbullah’ı Ortadoğu’yu kana bulayan aktif terör gruplarından biriydi.
Nasrallah’ın anlattığı Müslüman Kardeşler’in kolu olan İslami Hareket ile Türkiye’de bağlantıda olanlar kimlerdi? Bunu zaman içinde yaşayarak öğreniyoruz, şimdilerde her şey daha anlaşılır geliyor, değil mi?
Susurluk süreci az çok bu kirli bağlantıların varlığını ortaya koyduysa bile tam olarak nereye vardığı konusundaki bilgiler çok sonraları ortaya çıkmıştı. Başka planlar ve başka ilişkiler hayatımızın yanından akıp geçiyordu.
Türkiye 2000’li yıllara gelindiğinde bambaşka bir döneme girilmişti. PKK artık siyasi ayaklarını kendi içinden oluşturuyordu ve onlar da tıpkı devlet gibi gazetecilerin üzerinde baskı kurabiliyordu. Özellikle yan işlev ve kaynakları üzerine ciddi kaygıları olan bir örgüttü… Bunların kamuoyuna yansımasını da yine hükümetlerin formülü ile engelliyordu.
Meclis Siyasetinde artık silahlı gücü olan bir Parti vardı ve etkindi.
Müslüman Kardeşler’in Türkiye uzantısı sayılan bazı isimleri barındıran AKP ise Hükümet olmuştu. Acil Demokrasi şeklinde söylemleri vardı… Sadece söylemdi bu tabii ki.
Sistemin içine entegrasyon süreci Özal döneminde başlayan bu grup, devletin bütün kilit noktalarında zaten işlevli haldeydi.
Ortadoğu konjonktürlerinin değişimi ile birlikte bu yapı da hızla yükselişe geçti. Avrupa ve ABD’de çeşitli oluşumlardan, bazı Mason localarından ve nihayet Yeşil Kuşak teorisinin en etkin kurumu olan Anti Komünist başsıda örgütlenmiş, Fethullah Gülen’in Cemaati de bu gelişen olayların parçası olmuştu.
ABD’nin Türk Polisi’nde var olan NATO yıllarından kalma ilişkisi nedeniyle Polisin içinde örgütlenme başladı. Kısa sürede başarılı bir şekilde Polis Teşkilatı’nın büyük bölümünü kontrol etmeye başlamışlardı. AKP döneminde yargıda da güçlenince ülke dünyanın en büyük tımarhanesi haline gelmişti. Bu iddialara bakılırsa artık; ”İmamın da silahlı gücü vardı.”
Hayal edilemeyecek şeyler oluyordu Türkiye’de…
Güneydoğu’da belki de binlerce kişinin vahşice öldürülmesinden sorumlu, siyasi amacı hala çok açıklıkla bilinmeyen Hizbullah olarak bilinen bir örgüt de siyasete giriyordu.
Bu örgütün ciddi sayıda silahlı gücü olduğu biliniyor. Bu satırlar yazılırken bile işledikleri vahşi cinayetleri düşünmeden edemiyorum…
Ve evet, meclis dışında kendi özel ordusunu oluşturmuş bir parti daha çıkmıştı karşımıza:
Hizbullah siyasete Hüda-Par olarak giriyordu.
Muhalefet olarak ya da iktidar olarak acaba Domuz bağı ve Betona gömme işlerini sistematiğe mi bindirecekler, yoksa “savaş teknikleri” dersi olarak mı okutacaklar, onu bilemiyorum?
Bildiğim tek şey, “geçmiş” bazı meslek grupları için ağır bir prangadır. Siyaset de bu mesleklerden birisidir.
AKP ise Arap Baharı’nın gelişi ile birlikte hükümet olmanın verdiği güçle orduyu kontrol etme hayali kuruyordu belki de. Balyoz, Ergenekon ve daha nice davalarla Ordunun üst kademesi elimine edilmişti. Ancak ordu hala güvenilir değildi. Çünkü Metehan’dan bu yana geliştirilen ve dünyada sadece Japonlar ve Türklerde olan karışık bölge tekniği ve dinsel kast sistemlerinden uzak olarak kurulmuş olan Türk Ordusu AKP için oynak bir zemindi. Her ne kadar yeni çok çok-yıldızlı kurmayların AKP’ye yakınlıkları söz konusu olsa dahi, bunlar ordunun binde birini bile etkileyecek güçte değildi.

Suriye savaşı ise tam bir kâbusa dönmüştü Hükümet ve hükümete tavsiyelerde bulunan tarikatlar yüzünden ülke tarihi boyunca belki de ilk kez kendisinin hiç bir çıkarı olmayan bir savaşa ev sahipliği yapmaya başlamıştı.
Birçok savaş coğrafyasından Sünni radikal gruplar Türk hükümetinin yardım ve desteği ile Suriye’ye giriş yaptıkları iddiaları her gün biraz daha ayyuka çıkıyordu. AKP bunu her ne kadar reddetse de hem savaşanların söylemleri, hem de hükümetin bu savaşa bakışı, söylentilerin yüksek ihtimalle doğru olabileceğini gösteriyordu.
Bu arada ordu dışı yapılanma haberleri gelmeye başladı. Bazı kaynaklar Suriye’ye giden Terörist/Cihatçı grupların Türkiye’de bir özel güvenlik şirketi tarafından istihdam edildiklerini söylüyorlardı. Bu şirketin, Hükümet ve Cemaat ile bağlantılı olduğu da iddialar arasındaydı.
Hatta bazı dış kaynaklar savaş bitiminde Suriye’de bulunan Sünni Terörist grupların, Türkiye’de kalacaklarını, yaklaşık 11.000 bin kişilik özel güvenlik ordusu olarak istihdam edileceğini bile dile getiriyorlardı.
Türkiye artık kendi özel güvenlik oluşumlarını kuran ve Devlet kaynakları dahil, diğer bütün kaynaklardan yararlanarak bu silahlı güçleri günlük hayatın içinde tutmaya çalışan siyasi oluşumların olduğu bir ülke…
Türkiye yeni bir döneme giriyor.
Bu dönemin şimdiden ne olacağını kestirmek zor, ama çok iç açıcı olmadığı da kesin.
Lübnan’ı hatırlayan var mı?