Olmazsa hiçbir şey olmaz ve insan yavaş yavaş ölür. Bu benim fikrim. Doğal olarak tarafların kendilerinin sorumlu olduğu, birbirlerinden daha da bağımsızlaştığı, bunun da birbirlerinden daha bir soğumaları, daha bir bencil olmaları anlamına geldiği ilişkiler de var.
Belki böylesi daha kolaydır. Bu tür ilişkiler elbette o kadar tehlikeli değil, daha rahat. Ve feminizm düzeyinde bir yerde hareket ediyorlar. Bana göre feminizmin anlamı yalnızca kadınların sosyal haklarını garanti altına almak değil.
– Bana öyle geliyor ki, spot
ışıklarından rahatsız oluyorsunuz. İnsanlarla temastan kaçınıyorsunuz.
Mesela, sadece ara sıra röportaj veriyorsunuz.
Evet, pek sosyal bir insan değilim.
Şöhretin sunduğu avantajlardan yararlanan, gazetecilerle temasta
bulunmaktan hoşlanan insanlar vardır. Ben bunları sevmiyorum. Şimdiye
kadar gazetecilerle yaptığım söyleşilerden sonra yazılmış tek bir makale
olmadı ki, beni tatmin etmiş olsun. Mesele bana övgüler düzülmemiş
olması değil, yazılanların tartışılan, konuşulan şeyle ilgisinin
olmaması. Şöhretim yüzünden birinin ilgisine mahzar olduğumu anlamak
benim için bir yük. Beni sinirlendiriyor.
– Sizi sinirlendiren şey ne?
Cevaplaması zor. Bir araya gelip konuşan
insanların ortak bir noktaları olmalı diye düşünüyorum ki, sohbet tek
taraflı olarak kalmasın. Oysa hemen her gazeteci sorusunu yönelttiğinde
cevaplarla değil, notlarıyla ilgileniyor. Sohbet onu etkilemiyor,
yalnızca işi için anlamlı. Aynı şekilde bir sohbet arkadaşı olarak
sinema seyircisi de beni sinirlendiriyor, benim hakkımdaki merakımdan
ötürü. Kısacası bu tür sohbetler samimi değil, bu da beni küplere
bindiriyor. İnsanlar sosyalleşiyorlar, ama karşılıklı, samimi bir ilgi
yok; dolaylı bir yolla karşılaşıyorlar.
– Siz samimi bir temas mı istiyorsunuz?
Bana öyle geliyor ki herkes biraz bunu
istiyor. Yaptığımız birçok şeyde büyük bir samimiyetsizlik var,
özellikle insan içine çıktığımızda yaptığımız şeylerde, bir sürü
saçmalık, boşluk. Şahsen söylemeyi önemli bulduğum bir şey yoksa bu tür
sohbetlere bir anlam veremiyorum. Film yaptığım için de her şeyi
eserlerimle söylemeye çalışıyorum.
– Sohbetimizin temelinin bir hayli olumsuz olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz bana?
Hep böyle olmuştur. Bu konuda yapacak
bir şey yok. Hem ne demek öyle olumsuz bir temel? Bir temelimiz yok.
Sizin benimle söyleşi yapma dileğiniz, benim de bütün gücümle size
direnme dileğim var yalnızca.
– Bunu kuvvetle hissedebiliyorum.
Bakalım sohbetimiz nasıl devam edecek. “Zekice bir cevap istiyorsan, zekice bir soru sor,” diyen Goethe’ydi yanılmıyorsam.
– Sayın Tarkovski, eğer hiçbir ortak
yanımız olmadığınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Size geldim, çünkü
filmlerinizden ötürü kendimi size yakın hissettim. Bu söyleşi benim
açımdan sizinle konuşabilmenin bahanesi yalnızca.
İşte bunu bana kanıtlamanız gerekecek.
– Umarım kanıtlayabilirim. Londra’ya
sizin için geldim. Buradan bir makale çıkacak olması yalnızca tali bir
sonuç, bu sohbetin peşi sıra gelen bir şey.
Anlıyorum, her şeyi birbirine bağlamak istiyorsunuz.
– Her şeyden önce şu var: Sizi görmek
benim dileğimdi, isteğimdi. Sonra bunu yapabilmek için bütün o
engellerle karşı karşıya kaldım.
Ve maalesef hepsini aştınız. Diğer bütün gazeteciler gibi sizin de bu engellerle tökezleyeceğinizi ummuştum, ama buradasınız.
-Dinleyin, filmleriniz beni derinden
etkiledi; şeylere bakışınız çok tanıdık, bir kadın olarak kendimi o
filmlerde görememem dışında. Kadınlar filmlerinizde kesinlikle
geleneksel bir rol oynuyorlar. Erkek dünyası egemen, daha doğrusu
yalnızca erkek dünyası var. Erkeklerin bakış açısından kadın gizemli.
Sevgi dolu; erkeği seviyor, bütün varoluşu erkekle olan ilişkisi
etrafında dönüyor. Kadının kendine ait bir hayatı yok.
Buna pek kafa yormadım; demek istediğim,
kadının için dünyasını hiç düşünmedim. Kadının kendine ait bir dünyası
olduğunu inkâr etmek zor olur, ama bana öyle geliyor ki bu dünya kadının
ilgili olduğu erkeğin dünyasına kuvvetle bağlı. Bu bakış açısına göre,
tek başına kadın anormalliktir.
-Peki tek başına bir adam, bu normal midir?
Tek başına olmayan bir adama göre daha
normaldir. İşte bu yüzden kadın filmlerimde ya hiç yok ya da erkeğin
gücü üzerinden yaratılıyor. Kadın yalnızca iki filmimde var, Ayna ile
Solaris’te. O filmlerde de erkeğe bağlı olduğu belirgin. Kadının böyle
bir rolü olduğuna itiraz mı ediyorsunuz?
-Söylediğiniz şeyi nasıl kabul edebilirim ki? Ben, kendi adıma, kendimi o rolde göremiyorum.
Birlikte yaşadığınız erkeğin dünyasının, sizin dünyanıza bağlı olması gerektiği sonucuna mı vardınız peki?
-Hayır, öyle de değil. Ben kendi dünyamı korurum, o kendi dünyasını korur.
Bu imkânsız. Siz kendi dünyanızı, o
kendi dünyasını korursa ortak hiçbir şeyiniz olmaz. İç dünyanın ortak
bir dünya haline gelmesi gerekir. Gelmezse eğer, ilişkinin bir geleceği
olmaz, umutsuzdur, uyumsuzdur, ölmeye mahkûmdur. Bir kadının eş
değiştirmesini tuhaf bulmaya meyilliyim. Mesele kaç eşi olduğu değil,
ben ilkeyi düşünüyorum. Mesele şu ki, kadın bu evlilikleri bir hastalık
gibi yaşar. Yani önce bir hastalığa düşer, sonra bir başka hastalığa,
sonra bir başkasına, vs. Aşk öyle bütün bir duygudur ki, aldığı biçim ne
olursa olsun tekrarlanamaz; bütünlüğü yüzünden tekrarlanamaz. Kadın bu
duyguyu tekrarlayabilirse ona tümüyle anlamsız gelir. Bu kadın şanssız
olmuş olabilir ya da kendi dünyasını korumaya çalışmış, kendi dünyasını
daha önemli bulmuş, yabancı bir dünya içinde erimekten korkmuş olabilir.
Bu durumda da ciddiye alınmayı bekleyemez ki. Anlıyor musunuz?
-Daha önce kendine ait bir dünyası olan bir kadınla tanışmadınız mı hiç?
Böyle bir kadınla ilişki kuramam ki.
-Doğru anladıysam eğer, siz bir kadında erimezsiniz, öyle mi?
Hayır, erimem. Buna ihtiyacım yok. Ben bir erkeğim.
-Ama sizin içinizde eriyen bir kadına ihtiyacınız var?
Doğal olarak. Kadın kendini korumaya çalışırsa, ilişki soğuk olur.
-Ama bu sevgi içinde siz kendinizi koruyorsunuz.
Ben erkeğim. Benim farklı bir doğam var.
-Kadın doğasını bildiğiniz gibi bir izlenime mi sahipsiniz?
Sizin gibi, benim de kadın doğası hakkında bir fikrim var.
-Ama ben kendimi içerden, bir kadın olarak tanıyorum, çünkü bir kadınım.
İnsanlar kendilerine toz kondurmazlar.
Kendi dünyasını korumak isteyen bir kadın beni şaşırtıyor. Bana öyle
geliyor ki kadının anlamı, kendini feda etmektir. Kadının büyüklüğü
buradadır. Böyle bir kadının önünde saygı ile eğilirim. Böyle vakalar
biliyorum.
-Dünyada böyle vakaların kıtlığı çekilmiyor pek.
Evet, büyük kadınlar. Kendi dünyasında ısrar edip de, büyüklüğünü kanıtlamış bir tek kadın bilmiyorum. Birini söyleyin.
-Karşınızda dilim tutuldu. Yani kadın yalnızca erkeğe duyduğu aşka var olma hakkına sahip, öyle mi?
Ben öyle mi dedim? Kadın-erkek ilişkisi
üzerine konuştuk yalnızca. Lafım ağzıma tıkılmadan bir şey ifade etmem
de pek mümkün olmadı.
-Epey bir şey söylediniz, gayet iyi biliyorsunuz.
Ben sadece, erkek ya da kadın, bir
insanın, sevdiğinde kendine ait kapalı bir dünyası olmasının imkânsız
olduğunu, bu dünyanın ötekinin dünyası ile karışıp tümüyle farklı bir
şeye dönüştüğünü söyledim. Kadını bu ilişkiden azat ederseniz, ilişkiyi
bozarsınız. Kadın ayağa kalkamaz, şöyle bir silkinip beş dakika sonra
yeni bir hayata başlayamaz. Kadının iç dünyası tümüyle erkeğe karşı
beslediği duygulara dayanır. Benim fikrime göre, kadın kesinlikle,
mutlaka bu duygulara dayanmalıdır. Kadın, aşkın sembolüdür. Aşk, insanın
en büyük hazinesidir, kelimenin hem maddi hem de manevî anlamında.
Kadın, hayatın anlamını verir. Mesih’i doğuran bâkire olarak Bâkire
Meryem’in bir sevgi sembolü olması tesadüf değildir. Kadınlara bu
konudan bahsettiğimde, onur duygusundan laf açılıyor hep, görünüşe
bakılırsa bu onur duygusundan yoksun bırakılmak istendiklerinden
bahsediyorlar. Benim bakış açıma göre bu kadınlar yalnızca bir
erkek-kadın ilişkisinde, erkeğe tamamen kendilerini adamakla onur
bulacaklarını anlamıyorlar. Kadın gerçekten severse çetele tutmaz, sizin
sorduğunuz gibi sorular sormaz. Sizin neden bahsettiğinizi bile
anlamaz.
-Neden bir başkasının, özellikle de bir
kadının bütün sevgisini istiyorsunuz, merak ediyorum. Neden kendinizi
aşka adayıp yapması gereken her neyse yapmayı kadına bırakamıyorsunuz?
Bu da mümkün olabilir tabii. Ben
kimseden belli bir davranış göstermesini istemiyorum. Ben yalnızca
kadının, bütün manevi benliğini ifade edebilmesi için, içinde
bulunduğumuz şu anda kendi dünyasında ısrar etmemesi gerektiğini
düşünüyorum.
-Kadının bir kişilik olarak var olmayı
bırakıp da yalnızca sizin üzerinizden yaşamasından ne bekliyorsunuz? Bu
size neyi getiriyor?
Onun iç dünyasını anlayabilir ve kendi dünyamı ona açabilirim. Kadın kendi dünyasında kalırsa birbirimizi hiç tanıyamayız.
-Kadının sizin bahsettiğiniz gibi erkeğe
kendini tümden adaması, kadın adına büyük tehlike taşıyor. Kadın, erkek
üzerinden yaşamayı tercih ederse, eli boş kalma tehlikesiyle karşı
karşıya. Bu eski, çok eski bir hikaye. Çok iyi bildiğim bir hikaye. Ben
de aşk içinde eriyip gitmeye zaman zaman epeyce meyilli olurum.
Şükürler olsun. Bununla gurur duyun.
‘Eriyip gitmeyi’ kadından beklediğimi de düşünmeyin. Maalesef ben
kendim, bu aşk duygusunu nadiren yaşıyorum. Çok nadir oluyor, olduğunda
da insan, kadın ya da erkek o kişiyi kıskanabilir ancak. Bundan
bahsetmem, birinin kendisini adamasını beklediğim anlamına gelmiyor.
Böyle şeyler istemek imkânsızdır. Aşk kaba kuvvetle yürütülemez. Bu
yüzden de benim bakış açımın kimseye bir zararı yok.
-Aşk ya olur ya olmaz, öyle mi?
Evet, ya olur ya olmaz. Olmazsa hiçbir
şey olmaz ve insan yavaş yavaş ölür. Bu benim fikrim. Doğal olarak
tarafların kendilerinin sorumlu olduğu, birbirlerinden daha da
bağımsızlaştığı, bunun da birbirlerinden daha bir soğumaları, daha bir
bencil olmaları anlamına geldiği ilişkiler de var. Belki böylesi daha
kolaydır. Bu tür ilişkiler elbette o kadar tehlikeli değil, daha rahat.
Ve feminizm düzeyinde bir yerde hareket ediyorlar. Bana göre feminizmin
anlamı yalnızca kadınların sosyal haklarını garanti altına almak değil.
Gerçi bugün kadının sosyal durumu, eskiden olduğu kadar ağır değil,
birkaç yıl içinde de denge sağlanacak.
Tuhaf, çok tuhaf, bundan bahseden kadınlar erkeklerle benzerlikleri üzerinden duruyor, kadın olarak emsalsizliklerini anlamıyorlar. Bu beni hep hayrete düşürmüştür, çünkü kadının iç dünyası erkeğinkinden esasen çok farklıdır. Kadının, özel olması yüzünden erkekten bağımsız var olmayacağına inanıyorum. Erkekten bağımsız var olursa, doğal, organik değildir artık. Toplum içinde kesinlikle bir yer edinebilir; bir erkeğin işini yapabilir, ama bu onu kadın yapar mı? Hayır, asla.
Bazı kadınlar bir erkeğin işini yaparak eşit olabileceklerini düşünüyorlar. Oysa kadının erkekle aynı hakları istemeye ihtiyacı yoktur. Kadın tümüyle erkekten farklıdır. Kadının bir emsalsizliği vardır, onda önemli bir şey, erkekte olmayan temel bir şey vardır. Kadınlar eşit haklar istiyorlar. Ne demek istediklerini anlıyorum; artık kendilerini feda etmek istemiyorlar. Her zaman bastırılmış olduklarını anladılar ve eşit haklara sahip olarak kendilerini özgürleştirebileceklerine inanıyorlar. Kadın ya da erkek herkesin, doğal olarak özgür olmak isterse özgür olduğunu anlamıyorlar. Hepimiz özgür insanlarız, ama özgür ülkede yaşıyor olabileceğimiz için değil. O önemli bir sebep değil. Antik Roma’nın duvarcısı, özgür bir insanın içinde olabilir. İnsan temelde özgürdür. Özgür değilse, bu onun, yalnızca onun hatasıdır. Nihayet sadede gelebildik.
Kadınların dünya olaylarından büyük ölçüde dışlanmış olmaları gerçeğini inkâr etmiyorum. Kuşkusuz bu bir haksızlık. Ama kamusal hayata tamamen entegre olursa kadına neler olacağını bilemiyorum henüz. Buna karşı olmadığımı, bunu desteklediğimi vurgulamak isterim, ama kendini orada bulamayacağı yönünde bir izlenimim var. Tatmin olmayacak.
Tuhaf, çok tuhaf, bundan bahseden kadınlar erkeklerle benzerlikleri üzerinden duruyor, kadın olarak emsalsizliklerini anlamıyorlar. Bu beni hep hayrete düşürmüştür, çünkü kadının iç dünyası erkeğinkinden esasen çok farklıdır. Kadının, özel olması yüzünden erkekten bağımsız var olmayacağına inanıyorum. Erkekten bağımsız var olursa, doğal, organik değildir artık. Toplum içinde kesinlikle bir yer edinebilir; bir erkeğin işini yapabilir, ama bu onu kadın yapar mı? Hayır, asla.
Bazı kadınlar bir erkeğin işini yaparak eşit olabileceklerini düşünüyorlar. Oysa kadının erkekle aynı hakları istemeye ihtiyacı yoktur. Kadın tümüyle erkekten farklıdır. Kadının bir emsalsizliği vardır, onda önemli bir şey, erkekte olmayan temel bir şey vardır. Kadınlar eşit haklar istiyorlar. Ne demek istediklerini anlıyorum; artık kendilerini feda etmek istemiyorlar. Her zaman bastırılmış olduklarını anladılar ve eşit haklara sahip olarak kendilerini özgürleştirebileceklerine inanıyorlar. Kadın ya da erkek herkesin, doğal olarak özgür olmak isterse özgür olduğunu anlamıyorlar. Hepimiz özgür insanlarız, ama özgür ülkede yaşıyor olabileceğimiz için değil. O önemli bir sebep değil. Antik Roma’nın duvarcısı, özgür bir insanın içinde olabilir. İnsan temelde özgürdür. Özgür değilse, bu onun, yalnızca onun hatasıdır. Nihayet sadede gelebildik.
Kadınların dünya olaylarından büyük ölçüde dışlanmış olmaları gerçeğini inkâr etmiyorum. Kuşkusuz bu bir haksızlık. Ama kamusal hayata tamamen entegre olursa kadına neler olacağını bilemiyorum henüz. Buna karşı olmadığımı, bunu desteklediğimi vurgulamak isterim, ama kendini orada bulamayacağı yönünde bir izlenimim var. Tatmin olmayacak.
-Size katılıyorum. Erkek egemen değerler
hâkim olduğu sürece, bu dünya bir kadın için zor olacak, kariyerinde
erkek değerleriyle yarışmak zorunda olduğu sürece.
Yanılıyorsunuz. Bence parlak kariyeri
olan bir kadın kadar sevimsiz bir şey olamaz. Erkek haklarım için
korktuğumdan değil, bunu gayri tabii bir şey olarak gördüğüm için.
Görmezden gelmesi gereken bir yolu tutan bir kadın modeli bu. Yalnızca
erkeğe karşı beslediği yanıltıcı, rekabetçi bir duygu böyle yapmasına
sebep oluyor. Peki, neden oluyor bu? Kadın, erkek gibi mi olmak istiyor?
Erkeğe, onunkine benzer becerilere sahip olduğunu mu göstermek istiyor?
Bir kadının bir erkeğin işini yapabileceğine hiç kuşkum yok. Burada,
İngiltere’de bir kadın, mücadelelerle dolu bir yoldan geçerek, büyük bir
siyasal kariyere sahip oldu. Bir kadının bir erkeğin işini yapabilmesi
özel bir şey değil. Elbette ki yapabilir. Ama bu bir şey kanıtlamıyor.
-İnsan M. Thatcher’ı anlayabiliyor. Bir
kadının erkek alanında erkek değerlerini benimsemesi şaşırtıcı bir durum
değil. Yapabileceği başka bir şey yok. Başka bir seçeneği yok. Sizin
ifadenizde beni rahatsız eden şey, kadının gerçek doğası diye bir şey
varsaymanız. Kadınlar asırlardır erkek egemen bir dünyada
yaşadıklarından, kadın doğasının ne olduğunun, kadınların kadın
değerleriyle nasıl bir dünya yaratabileceklerini kestirmek zor.
Afedersiniz, sizin adınız ne?
-İrena.
Dinleyin beni, İrena, siz kadın doğanızdan memnun olmadığınızı söylüyorsunuz.
-Hayır, beni yanlış anladınız.
Ama hep var olmuş olan, yaratılmış
olandan daha farklı bir kadın-erkek ilişkisi olamaz. Çünkü dünyamız iki
cinsiyetli, ister beğenin, ister beğenmeyin. Belki başka bir gezegende
tek ya da beş cinsiyetli bir dünya vardır, hayatın devamını sağlamak
için bu tür bir gruplaşma gerekiyordur. Belki orada fiziksel ve manevi
aşk için beş cinsiyet gereklidir. Ama yaşadığımız dünyada iki cinsiyet
gerekli. Bir sebepten bunu hep unutuyoruz. Haklardan, koşullardan,
bağımlılıktan bahsediyoruz. Bir kadının kadın olduğu, bir erkeğin erkek
olduğu gerçeğinden hiç bahsetmiyoruz. Tek itirazınız bunu sevmediğiniz
olabilir.
-Bence kadınlık bir başka kişiye bağımlı
olmakta yatmıyor, bu yüzden de filmlerinizdeki kadın kahramanlarda
kendimi bulamıyorum. Bütün o kadınlar erkek gezegeninin etrafında dönen
uydular, bir iç dinamizme sahip olmaları bir nebze olsun mümkün değil.
Tuhaf. Moskova’da kadınlardan birçok
mektup almıştım, Ayna adlı filmimde, kimsenin erişemeyeceğini, kimsenin
göremeyeceğini düşündükleri dünyalarını açıp oraya sızmayı başardığımı
söylüyorlardı. Belki sizin farklı bir kişilik yapısınız var. Belki
kendinizden talepleriniz farklı. Belli ki, Ayna’daki anne gibi
değilsiniz. Ayna annem hakkındadır. Kurgu değildir, gerçeğe
dayanmaktadır. İçinde kurgusal bir tek bölüm bile yoktur. Belki
haklısınız, belki de kendinizi orada göremiyorsunuz.
-Temel insanlık durumu ve sizin buna
yaklaşımınız, özellikle Stalker ve Solaris’te beni çok etkiledi. İşte bu
yüzden buradayım. Solaris’te aşkı resmetme biçiminiz muhteşemdi,
incelikliydi. Ama aşk Hari’nin tek gücü ve aynı zamanda onun Aşil
topuğu. Sadece aşkı var.
Yani, siz bir Aşil topuğu istemiyorsunuz. İncitilmez olmak istiyorsunuz.
Kadınlar erkeği hiçbir zaman erkekçe fethedemezler. Kadın bütün sevgisini ortaya koymazsa, erkek-kadın ilişkileri farklı olur.
-Evet, farklı olur; farklı olması
gerekir. Asırlardır başkaları için yaşamaya yönlendirilmiş, asla kendisi
için yaşamamış, başkaları için her zaman kullanıldıktan sonra
atılabilir bir kadın olduğunuzu düşünün bir. O yükü hissedebiliyor
musunuz?
Bunun bir erkek açısından daha mı kolay olduğunu düşünüyorsunuz?
-Değil tabii. İşlerin şimdiki hali, her iki taraf için de zor.
Erkek olmak, kadın olmak kadar zor.
Bahsettiğiniz ıstırabın kaynağında başka bir şey var aslında. İnsanın
manevi düzeyinin çok düşük olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Bugün yatıp
uyduğumuzda, ertesi gün kalkamayabileceğimizi biliyoruz. Çılgının biri
düğmeye basarsa eğer, bu gezegen üzerinde hayatı silmek için üç bomba
yeterli olacaktır. Bunun bilincinde olmadığımız söylenmez, ama sürekli
unutuyoruz. Manevi ilgilerimiz o derece maddiyatın kölesi olmuş ki, asla
gündeme gelmemesi gereken meselelerle uğraşmamız gerekiyor.
Toplumsal sorunların gelişmesi, bizim
çılgın maneviyat karşıtlığımızın bir sonucu. Manen ergin bir kadın,
erkekle ilişkisinde köleleştirildiğini ya da aşağılandığınız hiç
düşünmeyecektir. Manen ergin bir adam da bir kadından bir şey istediğini
hiç düşünmeyecektir. Yalnızca siz, argümanınızın gücüyle beni bu tür
cevaplara getirdiniz. Bu tür meselelerden konuşmak bize yabancı olmalı.
Bunlar hakkında konuşuyor olmamız bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Sorun doğal bir şey olmalı. Fakat kazanılmış ya da kazanılacak kadın hakları, kadınların kendi kendilerini onaylamalarını sağlamayacak. Tam tersine, bundan sonra aşağılanmayı hissedecek. ‘Neden’ diye soracak kendine, ‘erkekten çok farklı bir insan olarak, bir erkeğin hayatını yaşıyorum?’ Bu sorunlar maneviyattan yoksun oluşumuzun işaretleri.
Hayret verici kadınlar, manen hayret verici kadınlar tanıdım. Bu kadınlar kendilerini bu tür sorunlarla sıkmıyorlar, ama öyle bir iç zenginlik, manevi büyüklük, öyle bir moral gücü gösteriyorlar ki, erkeklerin dizlerine kapanması, bundan utanç değil, onur duyması gerekir.
Bakın, işte asıl mesele burada. İlişkilerimizi açıklamaya başladığımızda, çoktan kötü yola girmiş oluyoruz. Buna özlem duymak hoşnutsuzluğumuzun bir belirtisi, adalet arayışı değil. Hoşnutsuzluk ve adalet arayışı da iki farklı kategori, gördüğüm kadarı ile kadınlar bugün korkunç durumdalar. Gerçekten seven bir kadın böyle sorular sormaz. Bunlarla ilgilenmez.
Bunlar hakkında konuşuyor olmamız bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Sorun doğal bir şey olmalı. Fakat kazanılmış ya da kazanılacak kadın hakları, kadınların kendi kendilerini onaylamalarını sağlamayacak. Tam tersine, bundan sonra aşağılanmayı hissedecek. ‘Neden’ diye soracak kendine, ‘erkekten çok farklı bir insan olarak, bir erkeğin hayatını yaşıyorum?’ Bu sorunlar maneviyattan yoksun oluşumuzun işaretleri.
Hayret verici kadınlar, manen hayret verici kadınlar tanıdım. Bu kadınlar kendilerini bu tür sorunlarla sıkmıyorlar, ama öyle bir iç zenginlik, manevi büyüklük, öyle bir moral gücü gösteriyorlar ki, erkeklerin dizlerine kapanması, bundan utanç değil, onur duyması gerekir.
Bakın, işte asıl mesele burada. İlişkilerimizi açıklamaya başladığımızda, çoktan kötü yola girmiş oluyoruz. Buna özlem duymak hoşnutsuzluğumuzun bir belirtisi, adalet arayışı değil. Hoşnutsuzluk ve adalet arayışı da iki farklı kategori, gördüğüm kadarı ile kadınlar bugün korkunç durumdalar. Gerçekten seven bir kadın böyle sorular sormaz. Bunlarla ilgilenmez.
-Dünyaya egemen olan erkek değerlerinden
bahsediyoruz. Kadın değerlerinin güçlü bir etkisinin olduğu bir
toplumda işler böyle kıyametvari bir tehdide varmayabilirdi. Bugün bir
kadının Kıyamet’i bilip de, kendini bundan sorumlu ve bununla yakından
ilgili hissetmeyip onun yerine kendini tam bir aşk içinde tek bir adam
için, hâlâ aşkıyla sımsıcak olan bu adamın gezegeni mahvedeceği
düşüncesiyle feda edebileceğini nasıl oluyor da tasavvur
edebiliyorsunuz?
Şok edici, şok edici. Ne demek
istediğinizi anlıyorum. Ama hayretten ağzım açık kaldı, İrena, bir
erkeğin aynı hislerle, aynı kaygılarla dertlenmediğini düşünüyorsanız
yanılıyorsunuz. Bu gezegene erkeğin hükmettiğine inanıyorsanız,
yanılıyorsunuz.
-Kim hükmediyor peki?
O.
-Nerede O?
(Yukarıyı işaret eder.) Anlıyor musun?
Olayları tartışıyoruz, sebepleri değil. En önemli şeyden bahsediyoruz.
İnsan, varoluşunun sebebini bilmeden yaşıyorsa, bu dünyaya hangi
sebepten geldiğini, neden bir süre yaşamak zorunda olduğunu bilmeden
yaşıyorsa, o zaman dünyanın bugün içinde olduğu hale gelmesi gerekirdi.
Aydınlanmadan bu yana, insan, görmezden gelmesi gereken şeylerle
uğraşıyor. Maddi şeylere doğru dönmeye başladı. Bilgi açlığı insanı ele
geçirdi. Kadınlar erkekler kadar bilgiye aç değildir. Şükürler olsun.
-Kadınların başka tür algılara duyarlılığı olabilir.
Evet, kesinlikle. Demek bunu
anlamışsınız. Peki sonra ne oldu? İnsan körmüş gibi kendi kendisinin
etrafında dönmeye başladı. Elleri dışında dünyayı algılamasına yarayacak
bir organı kalmamıştı. Bu dünyaya dair o kadar çok şey algıladık ki,
bunun mutluluk ve uyuma varmak için yeterli olacağı düşünülebilir. Ama
hayır, tam tersine, ‘dünya hakkında ne kadar çok şey bilirsek’, aslında
atalarımızdan o kadar daha az biliyoruz, açıklığı daha fazla yakalamış
uzmanlar bunu görüyorlar. Karıştırma kabiliyetimiz var. Körsünüz
diyelim, soğuk bir radyatöre dokunduğunuzda, etrafınızdaki dünyanın da
soğuk olduğunu düşünürsünüz, kaloriferler yanıyorsa da tam tersini,
etrafınızdaki dünyanın sıcak olduğunu. Orası önemli değil, ama bu
anlayışın gerçek dünyayla bir ilgisi yoktur; yalnızca dokunma duyusunu
ifade eder. Dünyayı algılamamızın kaloriferlerin yanıyor olup olmamasına
bağlı olması zavallıca. Dünya hakkında çok şey bildiğimize karar
verdik. Oysa hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir kısmına dair
belli belirsiz bir kavrayışa sahibiz, ama o da bize genel tabloyu
vermiyor, çünkü dünya sonsuz.
Bence insanın varoluşunun pathosu, anlamakta yatmıyor; o insanın entelektüel bir görevi, ama asıl işi değil. İnsanın sorunu, hayatın anlamının bilgisine sahip olarak yaşamak. Dünyayı pragmatik, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamamız ne kadar ilginç. Durmadan protez üretiyoruz. Bütün teknolojiler buna dayanıyor. Uçakları icat ettik, çünkü at sırtında gitmekten yorulduk. Hayatlarımızı daha hızlı hareket ederek zenginleştirmeyi düşünüyoruz. Bu, çıplak gözle bile görülebilen temel bir hata.
Bilimci amacının keşif yapmak olduğuna inanıyor. Bu hakikatle ilgili pragmatik bir yaklaşım. Sanatçı sanat eseri üretmek için yaşıyor. Herkesin hayatındaki amacı yakalayıp onu yaşaması gerekirken, herkes belli görevlerle yaşıyor, herkes eşitsizliği hissediyor, herkes öbürünü kıskanıyor. Bu zeminde herkes haklı ve eşit haklara sahip; sanatçılar, işçiler, rahipler, çiftçiler, çocuklar, köpekler, erkekler ve kadınlar. Hayatın bu anlamı içimizde gizli kalırsa tökezlemeye başlarız ve hayatın anlamını anlamış olsak ortaya çıkmayacak sorunlar icat ederiz. Bu benim bakışım. En baştan alacak olursak, her şey yerinde kalır. Uygarlığımızın krizi bir orantısızlıktan kaynaklanmıştır. İki kavram arasında uyumsuzluk var; maddi gelişme kavramıyla manevi gelişme kavramı arasında.
Bence insanın varoluşunun pathosu, anlamakta yatmıyor; o insanın entelektüel bir görevi, ama asıl işi değil. İnsanın sorunu, hayatın anlamının bilgisine sahip olarak yaşamak. Dünyayı pragmatik, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamamız ne kadar ilginç. Durmadan protez üretiyoruz. Bütün teknolojiler buna dayanıyor. Uçakları icat ettik, çünkü at sırtında gitmekten yorulduk. Hayatlarımızı daha hızlı hareket ederek zenginleştirmeyi düşünüyoruz. Bu, çıplak gözle bile görülebilen temel bir hata.
Bilimci amacının keşif yapmak olduğuna inanıyor. Bu hakikatle ilgili pragmatik bir yaklaşım. Sanatçı sanat eseri üretmek için yaşıyor. Herkesin hayatındaki amacı yakalayıp onu yaşaması gerekirken, herkes belli görevlerle yaşıyor, herkes eşitsizliği hissediyor, herkes öbürünü kıskanıyor. Bu zeminde herkes haklı ve eşit haklara sahip; sanatçılar, işçiler, rahipler, çiftçiler, çocuklar, köpekler, erkekler ve kadınlar. Hayatın bu anlamı içimizde gizli kalırsa tökezlemeye başlarız ve hayatın anlamını anlamış olsak ortaya çıkmayacak sorunlar icat ederiz. Bu benim bakışım. En baştan alacak olursak, her şey yerinde kalır. Uygarlığımızın krizi bir orantısızlıktan kaynaklanmıştır. İki kavram arasında uyumsuzluk var; maddi gelişme kavramıyla manevi gelişme kavramı arasında.
-Bu Platon’la başlamıştı.
Hayır, çok daha önce. İnsan kendini
doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya başladığında başladı.
Toplumumuz bu kırık fay üzerine gelişti. İnsanlar sevgiyle, dostlukla,
manevi bir temas ihtiyacı ile değil, yarar sağlama itkisiyle birbirleri
ile ilişki kuruyorlar. Ayakta kalmak için, doğal olarak. Ama ben insan
her durumda ayakta kalabilirdi diye düşünüyorum, çünkü insan, hayvan
değil. İnsanın doğayla uyum içinde yaşadığı ve hayret verici şeyler
yarattığı örnekler biliyoruz. Örneğin Sanskrit dilinde belgelenmiş o
Doğu kültürleri, maddi dünya ile manevi dünya arasında bir denge kurmayı
başarabilmişlerdir. Hâlâ bu kültürlerin izlerini taşıyoruz, bize
uygarlığın bir zamanlar farklı, gerçeğe daha yakın bir yol aldığını
anlatıyorlar. Bu uygarlıkların neden silinip gittiği sorulabilir. Öyle
görünüyor ki başka kültürler onlara paralel gelişti, birbirlerine karşı
birtakım düşmanca duygular beslemeye başladılar ve bu uygarlıklar kendi
kavramlarını geliştirme imkânı bulamadılar. Yine de bunun tam sebepleri
bilinmiyor.
Her halükarda insanın bu dünyaya manen yükselmek amacıyla geldiğini, kötülük dediğimiz şeyi yenmek, kaynağı egotizmde yatan kötülüğü yenmek için geldiğini anlaması lazım. Egotizm, insanın kendi kendisini sevmesinin, sevgi kavramına dair hatalı bir kavrayışı olmasının bir semptomudur. Her şeyin deforme olmasının kaynağı budur. Bilimimizin budalalığı, hataları ve yıkıcı sonuçları, kadınların doğru zamanlarda iktidarı almamalarının değil, insanın manen yüksek seviyeye çıkamamış olmasının sonucudur. İnsanlık manevi değerler doğrultusunda ilerleseydi, bir enerji kaynağı değil manevi bir kaynak arayışına girseydi, o zaman bu konuştuğumuz hiçbir şey gündemimizde olmayacaktı. O zaman insan manevi bir sürecin denetiminde uyum içinde gelişecekti. Manevi sürecin entelektüel süreç gibi böyle bir tek taraflılık yaratabileceğini sanmıyorum. Maneviyat, uyum kavramını içerir zaten. Ne kadar haklı olursanız olsun, başka her şey ikincil önemdedir. Filmlerimde kendinizi göremiyorsanız bu benim yanlış olduğumu kanıtlamaz. Ben resmetmek istediğim kadınlar hakkındaki gerçeği söyledim. Siz beğenmeyebilirsiniz. Yoksa kadınları toplumsal gerçekçi bir anlamda mı resmetmemi isterdiniz?
Her halükarda insanın bu dünyaya manen yükselmek amacıyla geldiğini, kötülük dediğimiz şeyi yenmek, kaynağı egotizmde yatan kötülüğü yenmek için geldiğini anlaması lazım. Egotizm, insanın kendi kendisini sevmesinin, sevgi kavramına dair hatalı bir kavrayışı olmasının bir semptomudur. Her şeyin deforme olmasının kaynağı budur. Bilimimizin budalalığı, hataları ve yıkıcı sonuçları, kadınların doğru zamanlarda iktidarı almamalarının değil, insanın manen yüksek seviyeye çıkamamış olmasının sonucudur. İnsanlık manevi değerler doğrultusunda ilerleseydi, bir enerji kaynağı değil manevi bir kaynak arayışına girseydi, o zaman bu konuştuğumuz hiçbir şey gündemimizde olmayacaktı. O zaman insan manevi bir sürecin denetiminde uyum içinde gelişecekti. Manevi sürecin entelektüel süreç gibi böyle bir tek taraflılık yaratabileceğini sanmıyorum. Maneviyat, uyum kavramını içerir zaten. Ne kadar haklı olursanız olsun, başka her şey ikincil önemdedir. Filmlerimde kendinizi göremiyorsanız bu benim yanlış olduğumu kanıtlamaz. Ben resmetmek istediğim kadınlar hakkındaki gerçeği söyledim. Siz beğenmeyebilirsiniz. Yoksa kadınları toplumsal gerçekçi bir anlamda mı resmetmemi isterdiniz?
-Bana karşı önyargılısınız.
Yo, yanılıyorsunuz, siz benim hakkımda önyargılısınız. Bence birlikte yaşadığınız erkeğe ‘neden bu kadar aptalsın?’ diye sormalısınız. Sorunun böyle sorulması gerekir.
Yo, yanılıyorsunuz, siz benim hakkımda önyargılısınız. Bence birlikte yaşadığınız erkeğe ‘neden bu kadar aptalsın?’ diye sormalısınız. Sorunun böyle sorulması gerekir.
Söyleşi: İrena Brenza – 1984
Şiirsel Sinema – Andrey Tarkovski – Derleyen: John Gianvito – Agora Kitaplığı – S.135-140
Şiirsel Sinema – Andrey Tarkovski – Derleyen: John Gianvito – Agora Kitaplığı – S.135-140
Erişim: 19.01.2020