Hayat bir hikâye değil

Hikâyelerimiz kaotik bir dünyayı anlamlandırmamıza yardımcı olur, ancak zararlı ve kısıtlayıcı olabilirler. Özgürleştirici bir alternatif var.

Anlatılar her yerdedir ve onları inşa etme ve paylaşma ihtiyacı neredeyse kaçınılmazdır. Jean-Paul Sartre, ‘Bulantı’ (1938) adlı romanında, “Bir insan her zaman bir hikâye anlatıcısıdır” diye yazar ve devam eder: “Kendi hikâyeleri ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar, başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür; ve kendi hayatını bir hikâye anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır”.



Anlatılara güveniriz çünkü dünyayı anlamamıza yardımcı olup hayatı daha anlamlı hâle getirirler. Sartre'a göre, en sıradan olaylar dizisini bir maceraya dönüştürmek için, basitçe 'onu anlatmaya başlarsınız'. Ancak, bir hikâye anlatmak sadece güçlü bir yaratıcı eylem değildir. Bazı filozoflar anlatıların deneyimlerimiz için temel olduğunu düşünür. Alasdair MacIntyre, kendimizin ve başkalarının eylemlerini ancak anlatısal bir yaşamın parçası olarak anlayabileceğimize inanır. Peter Goldie ise hayatlarımızın 'bir anlatı yapısına sahip olduğunu' ve ancak bu yapıyla boğuşarak duygularımızı ve başkalarının duygularını anlayabileceğimizi. Bu da anlatıların yaşamlarımızda merkezde olduğu, muhtemelen de temel bir rol oynadığını göstermektedir. Ancak Sartre'ın ‘Bulantı'da uyardığı gibi: “Hayatı anlattığınızda her şey değişir.”

Bazı durumlarda, anlatılar düşüncelerimizi sınırlandırarak bizi geride tutabilir. Diğer durumlarda ise özgürce yaşama yeteneğimizi azaltabilirler. Ayrıca bize dünyanın düzenli, mantıklı ve değiştirilmesi zor olduğu yanılsamasını vererek hayatın gerçek karmaşıklığını azaltırlar. Hatta bizi yanlış ve zararlı bir dünya görüşüne ikna ettiklerinde tehlikeli bile olabilirler. Belki de hayatlarımızı 'bir hikâye anlatıyormuşuz' gibi yaşamaya bu kadar hevesli olmamalıyız. Asıl soru şu: Başka ne gibi seçeneklerimiz var?

Anlatılar, deneyimlerimizi hayatımıza anlam katan diziler hâlinde birbirine bağlayarak çalışır. Bu dizileri oluşturma becerisi çok küçük yaşlarda öğrendiğimiz bir şeydir. Eğitimci Carol Fox'un 1990'lardaki araştırmalarında bulduğu gibi, hikâyeler bizi çocukluktan itibaren şekillendirmeye başlar. Fox, çocuklara evde kitap okumanın onlara dilsel ve anlatısal yapılar hakkında örtülü bir biçimde bilgi verdiğini ve bu bilgileri kendi sözlü hikâyelerine dahil ettiklerini keşfeder. Büyüdükçe, daha fazla oynamaya devam ediyoruz - ve anlatılara daha fazla güveniyoruz.

Yetişkinliğimizde arkadaş, sevgili, çalışan, ebeveyn, bakıcı gibi farklı roller benimseriz. Bu rolleri anlama şeklimiz genellikle beklenen davranışlarla çerçevelenir. Örneğin, 'arkadaş'ın ne olduğuna dair bir anlatıya sahibiz ve kendimizi ve başkalarını bu anlatıya ne kadar uyduklarına göre değerlendiririz - bazen olumlu, bazen daha az.

Peki, bu neden bir sorun? Sorunlardan biri karmaşıklıktır. Kendinizi bir hikâyenin ana karakteri olarak görmek, hayatın bütününü aşırı derecede basitleştirebilir. İnsanların hayatları boyunca yaptıkları 'yolculuk' hakkında nasıl konuştuklarını düşünün. Bu anlatı sayesinde, bazı olaylar daha önemli hâle gelirken diğerleri göz ardı edilir ve rastgele olaylar büyük bir planın parçası olarak yeniden çerçevelenebilir. Ancak yaşamlarımızı böylesine dar bir şekilde görmek, başkalarının ve kendimizin karmaşık davranışlarını anlama yeteneğimizi engeller. Örneğin, 'yaramaz' olduğu anlatısını kabul eden bir çocuk, davranışlarını karşılanmamış ihtiyaçlarının bir ifadesi olarak görmek yerine, yanlış bir şekilde, kötü olarak çerçeveleyebilir. Hikâyeler bizi belli hareket etme, düşünme ve hissetme biçimlerine kitleyerek değiştirebilir.

1970'lerde bu sınırlılığın farkına varılması, öyküsel terapinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İnsanları mantıksız ya da aşırı duygusal olarak görmek yerine, bu yeni psikoterapi biçimi anlatıların kişinin hayatındaki rolüne odaklanır. Terapist Martin Payne'in Narrative Therapy (2000) adlı açıkladığı gibi, bu yaklaşım 'farklı deneyim tanımlarından daha zengin, birleşik anlatıların ortaya çıkmasını' sağlar. Yeni bir anlatı, yerleşik hikâyelerinin, hayatlarını anlamanın diğer yollarını nasıl gizlediğinin farkında olmayan biri için inanılmaz derecede güçlü olabilir.

Değiştirilmesi gerekebilecek hikâyeler sadece büyük değil, aynı zamanda hayatımız boyunca güvendiğimiz 'senaryolar' gibi küçük hikâyelerdir. Bu senaryolar alışkanlık hâline gelmiş düşünce kalıpları olabilir ve aile üyeleri, arkadaşlar ya da iş arkadaşları hakkındaki yorumlarımızı etkileyebilir. Öyküsel terapinin gösterdiği gibi, bu senaryoları yanlış da anlayabiliriz ve onları değiştirmek için yardıma ihtiyaç duyabiliriz.

Öyküsel terapi etkili olsa da, insanların anlatılarını neyin oluşturduğunu ve şekillendirdiğini anlamalarına yardımcı olamaz. Sadece farklı anlatılar arasında seçim yapmalarına ya da kendileri ve dünya hakkında yeni hikâyeler oluşturmalarına yardımcı olur. Bir 'senaryoyu' diğeriyle değiştirmek, bir anlatıyı tamamen reddetmenin ne anlama gelebileceği de dahil olmak üzere, kişinin önünde yatan tüm olasılıkları görmesine yardımcı olmaz.




Bir anlatıyı reddetme olasılığı, Sartre'ın Varlık ve Hiçlik (1943) adlı eserinde bir kafe garsonunu anlattığı yerde bulunabilir. Sartre'a göre garson, kimliğini şekillendiren ve nasıl davranması gerektiğini yöneten belirli bir anlatıyı benimsemiştir. Benliğe ilişkin bir anlatı görüşüne bağlı olmak, Sartre'ın 'kötü inanç olarak adlandırdığı şekilde yaşamaya yol açabilir - yani, kişinin sorumluluğunun farkında olmadan veya kendi kaderini kontrol etmeden yaşamasına.

Başka bir deyişle garson, sahnede bir senaryoyu takip eden bir oyuncuya benzer şekilde garson rolünü oynar. Garson anlatısını somutlaştırmasının bir sonucu olarak, ‘otantik’ olmayan bir şekilde yaşar çünkü sadece rolüne uygun bir şekilde hareket edebilir. Takip ettiği anlatı ona kendisiyle ilgili sınırlı bir anlayış verir, eylemlerini belirler ve hayatını sahiplenmesini engeller. Peki garson bu anlatısal kimliği reddederse ne olur? Sartre'a göre bu, yalnızca bir rolü oynamaktan ziyade gerçek benliğe ya da otantik bir varoluşa - onun deyimiyle 'var olmaya' - doğru atılmış bir adım olacaktır.

Peki, bir anlatıyı reddetmek ne anlama gelir? Anlatısal olmayan bir şekilde yaşamak, belirli bir kimliği reddetmek ve bunun yerine hayatı ve anlamı bir dizi açık seçenek olarak görmek anlamına gelir. Garson için anlatı kimliğini reddetmek, sadece kendisi hakkında anlattığı hikâyeyi değil, seçimlerini ve benlik duygusunu yansıtacak şekilde davranmak anlamına gelecektir.

Bir anlatıyı reddetmenin ne anlama geldiğini anlamak için, anlatıların insanların zihinlerinin dışında var olmadığını hatırlamak önemlidir. Kendimize anlattığımız hikâyeler dışarıda, dünyada değildir. Onlar dünya ile ilişkilerimize aracılık eden araçlardır. Gerçeklerle ve gerçek olaylarla ilgili olsalar da, gerçek değildirler. Aslında ne doğru ne de yanlıştırlar. Bunun yerine, hikâyeler olayları anlamlandırmamıza yardımcı olur. Peki, anlatıların hayatımızdaki olayları sıralama gücünü reddedersek, dünya hakkındaki düşüncelerimizi başka nasıl düzenleyebiliriz?

Perspektiflerin deneyimleri nasıl farklı şekilde düzenlediğini düşünün. 'Perspektif' derken 'bakış açısı'ndan daha karmaşık bir şeyi kastediyorum. Görsel 'perspektifimizin', parlak renklerin donuk olanlardan daha kolay görünmesini sağlaması gibi, deneyimin yönlerine dikkatimizi çeken belirli bir konum veya yönelimden dünyayla nasıl ilişki kurduğumuza atıfta bulunuyorum. Perspektifler dünyadaki yerimiz, inançlarımız, değerlerimiz ve önemli olduğunu düşündüğümüz şeyler tarafından şekillendirilir. Filozof Elisabeth Camp'ın gibi, bir perspektif “Sahip olduğumuz düşüncelerle bir şeyler yapmamıza yardımcı olur: Neyin en önemli olduğuna dair hızlı yargılarda bulunmak, sezgisel bağlantıları kavramak ve duygusal olarak tepki vermek”. Perspektif sayesinde, deneyimlerimizin bazı özellikleri “Zihnimizde öne çıkarken diğerleri arka planda kaybolur”.

Perspektifler, benimsediğimiz anlatıları belirler. Başka bir deyişle, temel inançlarımız ve değerlerimiz, olayları görme şeklimizi ve deneyimlerimizde neleri önemli kabul ettiğimizi şekillendirir. Anlatılarımızı oluşturan şey bakış açılarımızdır. Perspektif, aynı olayları deneyimlediğimizde bile anlatılarımızın diğer insanlarınkinden neden bu kadar radikal bir şekilde farklı olabileceğini de açıklar. Ancak bu perspektifleri bir kez anladığımızda, anlatılarımızın gerçekten ne kadar esnek olabileceğini görebiliriz. Perspektiflerin doğrusal, düzenli bir yapıya sahip olmadığı ortaya çıkar. Onları hikâyeler gibi olay dizileri olarak düşünemeyiz. Bazı açılardan, perspektifler şiirin doğrusal olmayan yapısıyla daha iyi temsil edilir.



Şiirler, özellikle de lirik şiirler, doğaları gereği perspektife dikkat eder; anlam ifade etmek için kelimeleri, imgeleri, düşünceleri ve duyguları birleştirirler. Şiir sadece bir dizi olayı değil, bir görme ve hissetme biçimini de yakalar.

Dolayısıyla, anlatılarımızı değiştirmek yerine, onları şekillendiren perspektifleri anlamayı öğrenmeliyiz. Kendi hikâyelerimize odaklandığımızda, hayatı zaten bildiğimiz gibi yaşarız, ancak hikâyelerin hayatlarımız üzerindeki hakimiyetini gevşeterek - kendimizin ve başkalarının perspektiflerine odaklanarak - kendimizi başka olasılıklara açmaya başlayabiliriz. Yeni yönelimler benimseyebilir, yeni yerlerde anlam bulabilir, hatta paylaşılan perspektiflerinin heyecan verici öngörülemezliğine doğru ilerleyebiliriz.

Sartre'ın uyardığı gibi, bir hikâye anlattığınızda her şey değişir. Anlatılar potansiyelimizi sınırlar. Kaotik bir evrende yaşayan karmaşık varlıklar olmamıza rağmen, hikâyelerimiz hayatlarımızın düzenli, mantıklı ve eksiksiz olduğu yanılsamasını yaratır.

Bizi çevreleyen anlatılardan asla tam olarak kaçamayabiliriz, ancak onların ardındaki bakış açılarını değiştirmeyi öğrenebiliriz. Dolayısıyla, bizi asla hikâyeler bağlamaz, sadece inanç ve değerlerimizin dünyayı algılama ve onunla ilişki kurma biçimimizi nasıl şekillendirdiğini anlama becerimiz bağlar. Daha iyi anlatılara ihtiyacımız yok; bakış açılarımızı genişletmeye ve geliştirmeye ihtiyacımız var.

Yazının orijinali: Karen Simec, Psyche