Bir hiç gibi yaşamak ve beyhude yere ölmek…, Emre Erdoğan

Bize ölümlülüğümüzü ve yaşamın beyhudeliğini sürekli hatırlatan Albert Camus şöyle demiş: “: Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın!” Gerçekten de ülkeleri gayrisafi milli hasıla, ekonomik büyüme ve bugünlerde insani kalkınma açısından sıralayan endekslerin hiçbirinde böyle bir ölçüm yok ne yazık ki. İnsanın ölümlülüğü evrensel bir gerçek ve kaçış yok, ancak bir ülkede insanlar engellenebilir bir biçimde ve yok yoluna ölüyorlarsa; o ülkeye “iyi” bir ülke demek mümkün değil.

Ülkemiz vatandaşlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmamayı dikte ettiği gibi, sayısız beyhude ölüm fırsatı da sunuyor. Fay hatlarıyla örülmüş ve büyük bir deprem olasılığının her geçen gün yaklaştığı bir coğrafyada konut sayısını arttırmak bir övünme meselesi olmamalı aslında. Biraz daha fazla düzenleme ve biraz daha eğitim ile azaltılabilecek trafik kazası sayısında da ön sıralarda yer almamız yanlış. Sağlık sisteminin ve koruyucu hekimliğin olmaması binlerce cana mal olurken; yoksulluk ve yetersiz beslenme nedeniyle çocukların gelişme bozuklukları yaygınlaşıyor.

Kadınlara yönelik şiddet hem ev içinde hem de sokakta yaygınlaşırken, bu konudaki düzenlemeleri arttırmak yerine azaltıyoruz, sonuçta kadın cinayetleri artıyor. Yoksulluk ya da diğer sebeplerden çocuklar okullarını terk edip çalışmaya başlıyorlar, sakatlıklar ve ölümlerle sonuçlanan iş kazalarında isimlerini duyuyoruz. İşverenin kar hırsı, denetleyenin ihmalkarlığı ve göz yumması sonucunda iş kazalarının sayısı artıyor ve Bartın’da yaşanan üzücü olay gibi onlarca kişinin yaşamının yitirdiğini duyuyoruz. Terör ve benzeri şiddet olaylarında hayatını kaybetme olasılığından bahsetmiyorum bile. Bütün bunlar insanımızın yaşamının ne kadar kolayca beyhude bir şekilde sona erebileceğini gösteriyor. Bu ölümler beyhude, çünkü engellenebilecekken, engellemiyoruz.

Kaderciliğin yaygın olduğu bir coğrafyada yaşıyorsanız, ölümü kanıksama eğiliminiz biraz daha fazla olur muhtemelen. Ölüm eğer insanın kaderinde varsa, hayatını kaybedenlere “şehit” sıfatı vermek acıyı biraz daha hafifletip yası kolaylaştırabilir, ne kadar başarılı olursa. Ama aynı kadercilik, bu ölümlerin neden engellenemediğini ve kimlerin sorumluluğu olduğunu sorgulamamızın önünde de bir engel teşkil edebilir. Bu tür konularda hesap vermeyeceğini bilen sorumluların daha dikkatli davranmaları için herhangi bir neden bulunmadığından, beyhude ölümler yaşamaya devam ederiz. “Acıları siyasileştirmeyelim” çağrısı, bir yerde de bu acıların kimin yaptıklarının ve yapmadıklarının bir sonucu olduğunu sormayalım anlamına da gelir. Oysa acılar, fazlasıyla siyasidir.

Neden bu ülkede insan yaşamı bu kadar değersiz, bir “hiç” gibi yaşayıp beyhude yere ölüyoruz? İnsan başına gelen kötü şeyleri kadere ve şansa, iyi şeyleri kendi yeteneklerine bağlama eğilimi var, biliyoruz. Kötü şeyler başkalarının başına geldiğinde kişisel sorumluluk olduğunu düşünmek de insani bir durum. Ancak insanların başarı ya da başarısızlıklarından, kötü ya da iyi deneyimlerden sadece tek başlarına sorumlu olduklarını düşünmek de bir sanrıdan fazlası değil ve kadercilik kadar yanlış.
Ve tabii ki, en az sorumlunun da beyhude yere ölen olduğunu akılda tutmak gerekir.

Kömür madenlerinde yaşanan felaketlere fazlasıyla aşina bir ulusuz. İstatistiklere girmeye gerek yok, büyük oranda yanıltıcı olacaklardır ancak hepimizin hafızasında bir yerde yaşanmış bir felaketin ismi durur: Armutçuk, Amasya, Kozlu, Sorgun, Soma, Ermenek ve Bartın ilk anda akla gelen felaketler, bunların arasında yasları henüz tamamlanmamışlar var. Ve bütün bu felaketlerde sorumluluk benzer şekilde paylaştırılıyor: Açgözlü patronlar, onların açgözlülüğüne aracılık eden yöneticiler, patronlar ve yöneticilerle işbirliği içerisinde olan yerel görevliler, patronların kolaylıkla satın alabildiği siyasiler, denetleme görevini yerine getirmekten çoktan vazgeçmiş medya ve işçiden çok kendisini düşünen sendika ağaları. Çok vicdansızsanız bu listeye yeterli kalifikasyona sahip olmadığı için madende çalışmak zorunda kalan işçileri bile ekleyebilirsiniz. Liste kalabalık, ancak bu listede kimler eylemlerinin sorumluluğunu üstlendi ve bedelini ödedi derseniz, yanıt koca bir sıfır. Hepimizin gözü önünde gerçekleşen Soma faciasında işletmenin patronu ve iki yöneticisi tartışmalı bir hapis cezası aldılar ve soruşturma denetlemede kusuru olan kimseye uzanmadı. Diğer maden kazalarında bu kadar bile ceza verilmesi söz konusu olmadı.

Konu ister deprem olsun ister Çorlu’daki gibi tren kazası ya da kadın cinayetleri; resim çok daha farklı olmuyor. Trajedinin büyüklüğüne ve kamuoyunun baskısına bağlı olarak konunun üstüne bir derece gidiliyor ve sorumlunun siyasi ilişkilerine ve maddi gücüne bağlı olarak da üstü hızla kapatılıyor. Kolektif hafızanın sınırlı olduğu bu ülkede fikri takip etmesi gerekenler, yani medya, siyasiler ve sivil toplum kuruluşları bu görevi hakkınca yerine getirmediklerinden, getirmeye girişenler de hızla susturulduğundan; neyin hesabını sormadığımızı bile unutuyoruz.

Acıların bile bu kadar uçucu olduğu bir ülkede bu durumdan istifa edenler olması şaşırtıcı değil. Siyasetçiler asla ve kata yaşananlardaki sorumluklarından dolayı hesap vermeyeceklerini biliyorlar, başka sebeplerden dolayı siyasi kurban olarak seçilmemişlerse hiçbir statü kaybına uğramadan iktidarlarını koruyabiliyorlar. Aşırı kar peşindeki patronlar, denetlemenin laftan ileriye gitmeyeceğini biliyorlar ve kar marjlarını her an yükseltmeye bakıyorlar. Bu tür bir girişim ortamında etik sorumluluk halkla ilişkiler faaliyetine indirgenmiş durumda.

Bürokratlar ve yerel yöneticiler için bir kusurlarından dolayı hesap vermek yolda yürürken yıldırım çarpması gibi bir şey, yok sayılabilecek bir olasılık… Ve böyle bir toplumsal tasvirde, sıradan vatandaşlar kuralsızlığı kural olarak benimseme eğilimi taşıyorlar, “ne de olsa gemisini yürüten kaptan!”. Her şeyin mümkün ve satılık olduğu; her cezadan yırtılabileceği bir yaşam pek çok kişiye cazip gelebilir.

Neden böyleyiz? Herkes aynı derece kötü değil ve aslında ortalama olarak başka coğrafyadaki insanlardan kötü de değiliz. Vatandaşı olduğumuz ülke ve içinde yaşadığımız ortam farklılaşan derecelerde kötü tarafları ön plana çıkartıyor ne yazık ki. Eğer eğitim almanın sizi zengin etmek yolunda beyhude bir çaba olduğunu düşünürseniz, öğretmeninizi ciddiye almak için bir sebebiniz olmaz. Trafik kurallarına uymanın “enayilik” olduğuna inanırsanız, emniyet şeridi sizin doğal mülkünüz haline gelir. İmar aflarıyla zenginleşen akrabalarınız varsa, siz bir kat daha fazla çıkarsınız; başkaları da İstanbul’un ortasına kulelerini dikerler.

Konu ne olursa olsun, başarılı olmak, nasıl ve ne pahasına başarılı olduğunuz sorusunu defterden siliyorsa; kuralları birkaç defa ihlal etmekte bir sorun görmezsiniz. Sonuçta ülke kocaman bir “Vahşi Batıya” dönüşür, bu arada orada bile kurallar daha sıkı uygulanmaktaydı, o başka.

Bu halimize “ahlaksızlık” adı verenler var, aslında ahlaksızlıktan çok, başka bir “ahlak”. Şimdi demode oldu biraz ama ahlaki ekonomi adı verilen bir mesele vardı, Karl Polanyi ve E. P. Thompson gibi büyük düşünürlerin üzerine tartıştıkları ve ülkemize Ayşe Buğra tarafından tanıtılan bu kavram, “ekonominin

işleyişine hâkim olan davranış ilkeleri ve ilişki biçimleri” anlamına geliyor. Başka bir deyişle, insanların ekonomide ilişkilerini nasıl kurduğunu gösteriyor.

Türkiye, devletin serveti üleştirdiği ve zenginliklerin siyasilerle kurulan patronaj ilişkileri yoluyla edinildiği bir ekonomik sistem olarak biliniyor çok uzun zamandır. Devletin vatandaşlarını piyasaya karşı koruma işlevini eş-dost-akraba ilişkilerine devretmesi de başka bir tür ahlaki anlayışı, bir tür kabileciliği getiriyor. 1980’lerdeki ala-Özal serbest piyasa girişimleri de bu yapıyı çözmeye yetmiyor, piyasacıların arzularının tam tersine. Geleneksel olan daha işlevsel olması sayesinde varlığını sürdürüyor.

Son yirmi yıllık dönemde iktidarın Türkiye’nin ahlaki ekonomisini tam bir piyasacılığa uygun bir hale getirme derdi hiç olmadı. 2001 sonrasındaki büyümenin böyle bir dönüşümü tetiklemesini umanlar oldu, ancak 2008’den beri yaşadığımız “sallan-yuvarlan” büyüme, siyasal krizler ve bir de üstüne COVID-19 salgını; devletin olmadığı yerde sığınacağımız yuvanın geleneksel ilişkilerimiz olduğunu gösterdi. Sadece kötüsü geldiğinde sığınma anlamında değil, zengin olmanın yolu da kabilenin önemini arttırdı. En büyük fark, kabilenin sadece akrabalık bağlarıyla değil, siyasi ilişkilerle de örülmüş bir ağ olmasında. Eğer doğru kabiledeyseniz hem daha fazla korunmaktasınız hem de önünüz daha açık.

Eğer bir kabileye dahil değilseniz, ya da kabilenin çeperinde kaldıysanız daha beteri “yanlış” kabiledeyseniz; yaşamak için yanlış coğrafyadasınız ne yazık ki. Siz kim olursanız olsun sizin haysiyetinizi koruyacak bir siyasi otorite olmadığı gibi, başınıza gelen haksızlıklarda sizi savunacak kimsenin olmayacağını bilmelisiniz. Kurallara uymamanın standart davranış haline geldiği bir zamanda; cezanın kuralın kim tarafından çiğnendiğine bağlı olarak değiştiğini de görmelisiniz.

Siyasetçilerin önceliğinin sadece kendileri olduğunu ve her zaman affedileceklerini bilerek kurallarını çiğnediklerine de şahit olacaksınız; kabileler liderlerine karşı her zaman hoşgörülü olurlar. İşte, o zaman, Camus’nun başka bir yerde söylediği gibi sabah kalkmak için bir nedene ihtiyacınız olacak, beyhude yere ölebileceğiniz o güne uyanmak için. Şu anda düşünmemiz gereken daha önemli bir felsefe mesele yok ne yazık ki.