Mektup içeriye, sözüm dışarıya: Gıdalar, çocuklar ve siyasal ahvalimiz, Bülent Şık

Sevgili Can bu mektup sana ve sevgili Selahattin Demirtaş’a yazıldı. Sana yazamadığım için, sevgili Selahattin’ın ise aylar öncesinden gönderdiği mektuba (gecikmiş) bir yanıt borcum olduğu için epeydir suçluluk duyuyorum.

Sizin vesilenizle hapiste olan, özgürlüğü elinden alınan tüm dostlarımıza seslenmek istedim. Eğer cezaevine göndermek üzere sizlere birer mektup yazsaydım üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yazacaktım.

Ama size yazdığım bir mektubu, cezaevinde hiç tanımadığım insanların sizden önce açarak okumasını istemedim. Herkes okusun istedim. Can, sen uzun yıllardır arkadaşım ve aynı zamanda da avukatım olduğun için, cezaevindeki arkadaşlarıma mektup yazamadığımı biliyorsundur. Ahmet’e ve diğer arkadaşlara gönderdiğim mektupları da ya gazetelere ya da bianet’e yazmıştım hatırlarsan…

Uzun bir mektup bu.

Cezaevinde olan bir insan için uzun bir mektup sevinçtir. Uzun bir yazı zamanın akışını hızlandıran, bitmesi istenmeyen bir şenlik gibi gelir.

Cezaevinde zamanın akışını hızlandıran her şey insana iyi gelir…

Peki ya cezaevinin dışında olanlara? Uzun bir yazı onlara da aynı şeyleri mi ifade eder? Uzun yazıları sabırla ya da sıkılarak değil de hâlâ hevesle okuyan birileri vardır elbette.

Toplumsal muhalefeti sindirmek amacıyla iktidarın kullandığı bir araç olmaktan başka işlevi kalmamış bir adalet sisteminin özgürlüklerini gasp ettiği ne çok dostumuz var cezaevinde.

Kimler yok ki, Ali Hakan Altınay, Aysel Tuğluk, Can Atalay, Çiğdem Mater Utku, Mine Özerden, Mücella Yapıcı, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Selçuk Kozağaçlı, Selçuk Mızraklı, Tayfun Kahraman… Yiğit Ekmekçi de Gezi davasından dolayı sürgün... Bu konuda çok uzun bir liste yapılabilir.

Dostlarımızı unutmamalıyız. Özgürlüğü gasp edilen, haksızlığa, adaletsizliğe uğrayan insanları dostlarımız olarak görmeliyiz. İktidar değişikliğine yönelik tartışmalarımızda asla gözden kaçırmamamız gereken sorumluluğumuzun bu olduğunu düşünüyorum. Haksızlığa uğrayan insanları özgürlüklerine kavuşturma sorumluluğumuz var.

Bir seçim olur ya da olmaz bilemiyorum ama olası bir iktidar değişikliğini en çok da dostlarımızın özgür kalması için istiyorum…

Kamusal hayatı bitmez tükenmez bir çöküşe sürükleyen, toplumsal müştereklerimizi yağmalayan, yoksulluğu ve güvencesizliği çoğaltan, çocuklarımızın sağlığını ve geleceğini çalan mevcut iktidardan kurtulmak gerekiyor.

Peki neden? Elbette her insan kendi bakış açısından bu soruya farklı bir yanıt verecektir.

Benim bu soruya verecek yanıtım şu: Eğer bu değişikliği sağlayamazsak Türkiye toplumunun umut ve barış dolu bir geleceği olmayacak. Mevcut iktidar kamusal varlıkları, müşterekleri öylesine yıkıma uğrattı, öylesine yağmaladı ki, artık gözümüzü başka bir yana çeviremiyoruz, kayıplarımız üzerinde düşünmekten kendimizi alıkoyamıyoruz.

Ama gelecekte bizi nelerin beklediğine, böyle giderse daha neleri yitireceğimize de bakmalıyız. Daha şimdiden öylesine büyük, çözümü giderek güçleşen sorunlarla karşı karşıyayız ki, eğer şimdi bir değişim sağlayamazsak Türkiye toplumunun bir çöküşe sürükleneceğini düşünüyorum.

Parlamenter sistemi yeniden işler kılmak, özgürlükçü bir yeni anayasa yapmak, adalet sistemi başta olmak üzere kamu bürokrasisinin tamamını halkın refahını ve toplumsal hayatın devamlılığını odağa koyan bir bakış açısıyla yeniden yapılandırmak gerekiyor.

Bunlar ilk elde aklıma gelenler ve bu konuda daha pek çok şey içeren uzun bir liste yapılabilir. Sevgili Selahattin gönderdiğin mektupta, “Temel hedef, taktiksel iş birlikleriyle seçim kazanmaya çalışmak olmamalıdır. Tam tersine asıl hedef, seçimler aracılığıyla Cumhuriyet’i demokrasi temelinde yeniden inşa etmek olmalıdır” diyordun, evet, dostum çok haklısın, her şeyi yeniden inşa etmek gerekiyor. İnsanlara barış içinde yaşamanın mümkün, cinayet gibi iş kazalarında ölmenin bir kader olmadığını göstermek için ihtiyacımız var buna.

Sevgili Can, birkaç gün önce Bartın’daki maden ocağında meydana gelen ve 41 işçinin hayatını kaybettiği grizu patlaması sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan ölen işçiler için kaderleri buymuş anlamına gelen bir açıklama yaptı yine.

Açıklamayı okur okumaz “Can bunu okuduğunda çok kızacak” dedim.

Beni yanıltmadın yine. Soma maden ocağı davasının avukatlarından biri olarak cezaevinden bir yanıt verdin hemen: “Ne fıtrat, ne de kader planı. Ekmeğini kazanırken insanlarımızı göz göre göre ölüme yollayan, onları en ucuz maliyet kalemi olarak kabul eden zihniyetiniz, düzeninizdir. Türkiye’nin bu koşullarında dahi, eksik gedik de olsa, Soma’da hukuken kazanılan ve en yukarıdakinden en aşağıdakine kadar ne derece düşkünleşebildiklerini teşhir eden, ısrarlı bir mücadele olmuştur.” İyi ki varsın sevgili dostum.

Sevgili Can, sevgili Selahattin yoksulluk ve güvencesizlik üreten bu sistem sadece insan canına kastetmiyor. Doğal hayatta da daha önce eşi benzeri görülmemiş bir yıkıma yol açıyor.

Örneğin muazzam bir orman kıyımı-tahribatı yapılıyor. Ormanlık alanlarda sürekli bir ağaç kesimi söz konusu. Ormanlık alanlar sürekli seyreltiliyor.

Oysa seyreltme orman ekosistemindeki ilişki ağına zarar verir. Orman sadece ağaçlardan ibaret değildir. Bir başka orman da toprakta, toprak yüzeyinin hemen altında yer alır. Ağaç kökleri, fungiler ve mikroorganizmalardan oluşan bir ağ tüm orman ekosistemine yayılır.

Bitkiler ve ağaçlar birbiri ile besin maddesi ve “bilgi” paylaşıyor bu ağ vasıtasıyla. Yaşlı ağaçlar bu ağ örgüsünün koruyucuları gibiler. Bir ormandaki sadece yaşlı ağaçları kesmenin bile bu ekosistemin çökmesine yol açtığını okumuştum bir yerlerde. Sunta ve mdf ihraç eden birileri çok para kazansın diye işte bu orman ekosistemi yıkıma uğratılıyor.

Sadece ihracat için ağaç kesimi yapılmıyor ki, dünyada nadir bulunan asırlık sedir ağaçlarının olduğu yerler bile taş ve maden ocakları ile dolu…

Ormanlık alanlar biyolojik çeşitliliğin, toprağın, tarımsal üretimin, su varlıklarının korunmasında son derece önemli oysa. Önemli ama bu bilgi içinde olduğumuz siyasal ahvalde ne işe yarıyor artık emin değilim. Yıkımı, tahribatı durduramıyoruz çünkü…

Sevgili dostlar, sadece ormanlık alanlar değil, toprak kaybı ve topraktaki biyolojik çeşitliliği mahveden toksik madde kirliliği de inanılmaz boyutlarda.

Önceki hafta Adana’da bir toplantıya katıldım. Ben katıldığım her toplantıda sözü bir şekilde sizlere getiriyorum. O toplantıda da sizleri ve cezaevinde olan diğer dostlarımızı andık.

Adana ve Mersin illeri Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkelerinden ithal ettiği plastik çöplerinin ıssız yerlere, ormanlık alanlara atıldığı, bazı yerlerde ise yakıldığı illerin başında geliyor.

Avrupa’nın ağır metal ve çeşitli toksik madde içeren tehlikeli atık kategorisine girmesi gereken çöplerini ithal ediyoruz. Güya geri dönüşüme sokuluyorlar. Tam bir safsata bu… Sevgili Can dışarıda olsan tam sana ve Sosyal Haklar Derneği’ne göre bir dava konusu bu.

Toprak, su ve hava gibi fiziki varlıklar çeşitli toksik maddelerle ağır bir şekilde kirletiliyor. Bizim neredeyse bir canlılık atfederek konuştuğumuz toprak, ülkemizin sağ partilerine bir arsa ya da rant sözcüğünden başka bir şey ifade etmiyor belli ki.

Sonra böylesine ağır bir yıkıma yol açan insanlardan, siyasal parti temsilcilerinden, Cumhurbaşkanından bir de “vatanın bir karış toprağını vermeyiz” sözlerini dinliyoruz. Alay gibi, ne can sıkıcı…

Sizin de bildiğiniz gibi toprak canlılığını yitirdiğinde üzerinde yaşanmaz olur.  

Toprağın oluşumu yüzlerce, daha doğrusu binlerce hatta milyonlarca yıl alır. Bu, yüzey kayaçlarının iklimsel olaylar etkisiyle birkaç metre derinlikte toprağı oluşturacak şekilde parçalanması için gereken süredir. Toprak dediğimiz alanın sadece yarısı, kum ve kil gibi mineral tabanlı parçacıklardan oluşur. Yaklaşık yüzde 20’si sudur, yüzde 20’si de havadır. Yüzde 5 ila 10’luk kısmını ise bitki kökleri, canlı organizmalar ve humus gibi organik materyaller oluşturur. Topraktaki organik materyaller toprağın üst katmanlarına koyu kahverengimsi bir renk verir. Bu üst katman hayat doludur: toprak solucanları, bitler, örümcekler, maytlar, sıçrarkuyruklular ve diğerleri... bir avuç toprakta dünyadaki insan sayısından daha fazla mikroorganizma, bakteri, mantar ve arkebakteri vardır. Bu organizmalar bitki artıklarını ayrıştırır, onları humusa çevirir ve bu verimlilik sağlayan maddeyi toprağa dağıtır.

Tarım topraklarının istenilen özelliklere sahip olması için organik madde içeriğinin toprak ağırlığının en az yüzde 3’ü kadar olması gerektiği belirtiliyor. Türkiye toprakların yaklaşık yüzde 88’inin organik madde miktarı, az ya da çok az olarak nitelendirilen yüzde 2 oranının altında.

Bunu ilk okuduğumda dehşete düşmüştüm sevgili dostlar. Bu sayı, Türkiye tarım arazilerinin neredeyse “ölü” olduğu anlamına geliyor çünkü. Suni gübrelere, pestisitlere, monokültüre ve toprağı sıkıştıran mekanik araçlara dayalı endüstriyel tarım, ormansızlaştırma, toksik atıklar ve sulak alanların kaybı toprağın ölümüne yol açan en önemli sorunlar.

Çölleşme de bir başka büyük sorun. Türkiye’nin yüzde 22,5’i yüksek çölleşme hassasiyetine, yüzde 50,9’u ise orta düzeyde çölleşme hassasiyetine sahip.

Mevcut durumda aşırı miktarda azotlu ve fosfatlı suni gübre kullanılarak ürün alınmaya çalışılıyor. Oysa bu uygulama toprağı daha çok fakirleştiriyor, suları kirletiyor ve en önemlisi bir süre sonra yapılabilir bir şey olmaktan da çıkacak…

Küresel fosfat kaynakları tükeniyor örneğin. Mevcut talebe göre hesaplandığında önümüzdeki 50-100 sene içinde dünyada bilinen kaynaklar kurumuş olacak. Fosfor üretiminin 2030 yılı gibi zirve yapıp sonrasında düşüşe geçmesi bekleniyor. Pek çok uzman gelecekteki tüketimin madenlerden değil geri dönüşümden karşılanacağına inanıyor. Ortada bir geri dönüşüm planı olmadığı gibi Marmara Denizi’nde müsilaj sorununa yol açan en önemli etkenlerden birinin fosfatlı gübreler olduğu bile çoktan unutuldu.

Ne yazık ki durumumuz bu… Yıkıcı, kin saçan bir iktidar dili sadece toplumsal barışa değil hayata zemin oluşturan toprakların canlılığına da büyük zarar veriyor. Sevgili dostlar, toplumsal barışa topraklarımızı yeniden canlı kılmak için de çok ihtiyacımız var. Toprak ve su gibi fiziki varlıklar da barışa ihtiyaç duyar. Ne dersiniz?

Sevgili Selahattin sen ne dersin bilemiyorum ama Can bu yazdıklarımı okuduğunda içimizi karartma çözümlerden de bahset diyecektir mutlaka.

Agroekolojik bir programla, onarıcı tarım teknikleriyle bu sorunları zaman içinde çözmek mümkün. Ama mevcut siyasal iktidarın ne böyle bir ufku, ne de böyle bir derdi var. İktidarı değiştirmeyi hedefleyen muhalefet partilerinin böyle bir derdi olmalı ama… Olmalı öyle değil mi? Toplumun iktidarın yol açtığı sorunların çaresi olduğunu duymaya ihtiyacı var çünkü.

Aklınıza agroekolojik tarım yeterince verimli mi sorusu gelebilir.  

Yapılan 160 farklı araştırmanın analizi sonucunda, gelişmiş ülkelerde organik tarım yöntemleriyle elde edilen verimin, konvansiyonel tarımın ortalama yüzde 92’sine denk geldiği belirlenmiştir. Tropikal kuşakta yapılan 133 çalışmanın sonuçlarına göre ise organik tarım, toprağın uzun vadeli verimliliğini yok etmeden kısa vadeli verimliliği yüzde 74 oranında arttırmıştır. Yani agroekolojik bir tarımsal planla gıda ihtiyacımızın karşılanması mümkün. Üstelik toprağı ve sulak alanları da korumuş oluruz. Ama ortada ne organik ne de agroekolojik bir tarım planı var. Aksine son hızla gıda güvencesini büyük oranda yitireceğimiz, açlık çeken bir ülke olacağımız zamanlara doğru yol alıyoruz.

Sulak alanların kaybı ve toksik maddelerle kirletilmesi de bir başka büyük sorun.

Türkiye’nin 2.5 milyon hektar olan toplam sulak alan varlığının yarısının son 50 yıl içinde kaybedildiğini biliyor musunuz? Susuzluk önümüzdeki on yılların en önemli toplumsal meselelerinden biri olacak.

Örneğin ülkemizin en önemli sebze, meyve, tahıl ve narenciye üretim bölgelerinden biri olan Akdeniz bölgesini çok ağır ve geçici olmayan bir kuraklık dönemi bekliyor. Uzun yıllardır dile getirilen bir şey bu. Aklı başında bir toplum su varlıklarının üzerine titrerdi. Oysa kirletilmeyen tek bir sulak alanımız bile kalmadı.

Sulak alanları kirletme potansiyeli olan kimyasal maddelerin yıllar içindeki seyrini gösteren doğru düzgün tek bir çalışma bile yok. Su varlıklarını koruma altına alacak, mevcut kirlilik faktörlerini kontrol edecek bir plana ihtiyacımız var. Ama ortada böyle bir plan yine yok. Aksine mevcut siyasal iktidar büyük bir iştahla yıkım ve kirlilik yaratmaya devam ediyor…

Sevgili Selahattin ve Can cezaevinde kantinde satılan gıdaların fiyatları kaç katı arttı acaba çok merak ediyorum. Sevgili Çiğdem Mater’in cezaevindeki kısıtlı malzemelerle su ısıtıcı ile, yani ketılda (Selahattin senin meşhur ettiğin ketıl ile) nasıl da muazzam bir yaratıcılıkla çeşit çeşit yemek yaptıklarını anlatan bir yazısı çıktı bianet’te.

Sevgili Çiğdem ısı transferi, konveksiyon, kondüksiyon gibi bir sürü şeyi bilmeden de gayet yaratıcı yemekler yapılabileceğini göstermiş oldu bize. Bir gün üniversiteye dönersem yaptığı yemek tariflerini ısı transferi ya da gastronomi derslerinde anlatmak istiyorum. Senin yemekle aran çok iyidir Can, orada neler yapıyorsun, ne yiyorsun diye merak etmeden duramadım Çiğdem’in yazısını okuyunca.

Biliyorsunuz son bir yıl içinde gıda fiyatları 2 ila 4 kat arasında artış gösterdi. Her şeyin fiyatı arttı ama gıda en temel ihtiyaç maddesi olduğu için oradaki artış daha çok can yakıyor. Yoksullar, işsizler ve çocuklar ciddi bir beslenme yetersizliği çekiyor.

Türkiye’de 3,5 milyon işsiz var, geniş tanımlı işsiz sayısının ise 8 milyonu bulduğu belirtiliyor. Gıda fiyatlarındaki artış eğiliminin önümüzdeki yılda da devam edeceğini tahmin ediyorum. Dolayısıyla gıda krizinin daha da derinleşeceğini söylemek yanlış olmaz.

Krizden en fazla etkilenen kesim ise çocuklar. Büyüme sürecinde olmaları onları olumsuz etkilere karşı çok hassas kılıyor.

Türkiye'de geçen yıl okul öncesi eğitim, ilköğretim ve ortaöğretim düzeyinde 19 milyon 155 bin 571 öğrenci örgün eğitim aldı. Güven verici olmayan TÜİK verilerinde bile; Türkiye’nin, 30 Avrupa ülkesi arasında en yüksek çocuk yoksulluğu oranına sahip iki ülkeden biri olduğu belirtiliyor. Şiddetli yoksulluk yaşayan 16 yaş altı çocukların sayısı 6 milyon 500 bine ulaştı.

Yıllardır okullarda bir öğün ücretsiz yemek çıkarılması talebi dile getiriliyor. Ancak ortada bunu sağlamaya yönelik en küçük bir çaba yok.

Çocukların iyi beslenmesi, toksik kimyasallara maruz kalmalarının önlenmesi öyle kritik bir mesele ki oysa. Bir toplumun geleceği bütünüyle buna bağlı. Çocuklarına nasıl bir hayatı reva gördüğüne, onların sağlığını ve esenliğini ne kadar önemsediğine bağlı.

Ama mevcut araştırmalar bir önemden ziyade ihmal ve umursamazlık içinde olduğumuzu gösteriyor. Örneğin, ülkemizde 0-14 yaş aralığında yaklaşık 19 milyon çocuk olduğu ve kanındaki kurşun seviyesi desilitrede (100 ml) 5 mikrogram seviyesini aşan çocuk sayısının 6,3 milyon, 10 mikrogramı aşan çocuk sayısının ise yaklaşık 2,2 milyon olduğu belirtiliyor.

Gıdalar, su ve hava gibi çeşitli kaynaklardan bünyeye giriyor kurşun.

Kurşun nörotoksik bir madde. Çocukların bilişsel yeteneklerine kalıcı zarar veriyor. Öğrenme güçlüğü, dikkat ve konsantrasyon sorunları, muhakeme etme ve problem çözme becerisinde azalma gibi çeşitli sorunlara yol açıyor. Pek çok ülkede çocukların kurşuna maruz kalmasını önlemeye yönelik kamusal çalışmalar var. Bizim ülkemizde ise, toplumun böyle bir sorunun varlığından ne kadar haberdar olduğu bile meçhul.

Kurşun maruziyeti bir çeşit sessiz salgın, dikkatle araştırmadıkça tespiti zor bir sorun…

Bu sorunu şiddetin bir biçimi olarak görmeli.

Sevgili Can çocuk sağlığı meselesini seninle ne çok konuştuk. Sağlık Bakanlığı’nın bana açtığı davada hem sen hem de Tora beni savunurken çocukları korumanın önemini ne çok dile getirmiştiniz. Hoş gerçi bir şeyi değiştirmedi sözleriniz, cezayı yedim yine. Ama olsun, çocukların canı sağolsun.

Çocukların sağlığına, geleceğine kast eden ama kolayca fark edilemeyen, örneğin toksik kimyasallara maruziyet gibi etkileri uzun bir süre sonra ortaya çıkan durumları şiddet olarak tanımlamak gerektiğini ne çok konuşmuştuk.

Şiddetin türlü biçimleri var ve kanımca en ağır olanı da bu tip, yani tespit etmesi zor olan, dikkatle bakmadıkça, üzerinde titizlikle durmadıkça görülemez olan şiddet. Sanırım bu tespite Selahattin ve bir hekim olan sevgili Selçuk Mızraklı’da katılacaktır.

Gıdalara, sulara bulaşma potansiyeli olan öylesine çok kirletici var ki, kurşun o kirleticilerden sadece biri…

Gıda güvencesi ve güvenliği ile ilgili meseleleri çocukların sağlığını odak noktaya koyan bir bakışla yeniden ele almamız gerekiyor. Bu meselelerden en çok çocuklar zarar görüyor ve o zararın önüne geçmek pek çok toplumsal sorunun çözülmesi ile yakından ilgili.

2019 yılında Selçuk Mızraklı Diyarbakır Belediye Başkanı olarak daha henüz görevine yeni başlamışken bir tarım ve gıda sempozyumu düzenlemişti. O sempozyumda sağlıklı beslenmeyi, sularda kirliliğe yol açan etkenleri, agroekolojiyi ve kent tarımını konuşmuştuk iki gün boyunca.

Ertesi gün, bütün bir öğleden sonra Diyarbakır Su ve Kanalizasyon İdaresinin (DİSKİ) tesislerini dolaşmıştım. Su analiz laboratuvarında kontrol ve izleme açısından yapılabilecek yenilikleri konuşmuştuk. Göreve geldikten dört ay sonra tutuklanan Selçuk Mızraklı, Selahattin Demirtaş ile aynı hücrede kalıyor şimdi. Selam göndermişti aylar önce, benden de ona çok selam olsun.

İçerideki tüm dostlara selam olsun.

Umutsuzluğa yol açmak istemem. Karşı karşıya olduğumuz sorunları çözmek mümkün, hala geç kalmış değiliz. Bu sorunları çözecek güçlü bir siyasal iradeye ihtiyaç var her şeyden önce. Ama mevcut iktidarla değil elbette.

Gıda güvencesini de gıda güvenliğini de önemsemeyen, toplumun sağlığı ve esenliği zerre kadar umurunda olmayan bu iktidardan kurtulmak gerekiyor. Toplumun esenliği, çocuklarımızın geleceği buna bağlı. Elbette hiç unutmamamız gereken bir şey daha var: haksız, hukuksuz yere hapsedilen dostlarımızın içeriden çıkması, özgürlüklerine kavuşması da buna bağlı. Ve bütün bunlar bizim dışarıda nasıl duracağımıza, nasıl yan yana geleceğimize bağlı.

Sevgili Selahattin gönderdiğin mektupta, “Hayallerimizi paylaşan herkesle yan yana durabilmeliyiz. Biz bunda kararlıyız. Cesuruz, samimiyiz. Kimsenin kaybetmediği, ötekileştirilmediği, zulüm görmediği yeni bir yaşamdır hayalimiz… eğer varsa ortak hayallerimiz, bunun için tüm olanaklarınızla katkı sunmanızı diliyor, özgür yarınlarda görüşebilmek umuduyla en sıcak selam ve sevgilerimi gönderiyorum” diyordun.

Senin sözlerini yineleyerek bitirmek istiyorum.

Kimsenin zulüm görmediği, özgür yarınlarda görüşebilmek umuduyla...

Çok selam ve sevgiler. Annem Fatma Şık, Zerrin Kurtoğlu ve Yıldırım Şahin’in de çok selamı var. Sağlıcakla kalın.