Merakla beklediğimiz filmler vizyona gelmiyor. Gösterime girenler ise 3-5 kopya ile sınırlı. Öte yandan AVM'lerde film izlemekten başka şans bırakılmıyor. İzlediğimiz çoğu şey sansüre maruz kalıyor. Peki, hâlâ nasıl 'internetten film indirmeyin' diye uyarıda bulunabilirsiniz?
O uyarıyı görüyoruz ara ara, hafta sonu yine vardı. ‘Korsan izlemeyin, bizi zengin edin’ minvalinde bir şeylerdi. Peki, yasal olmayan yollara başvurmayalım ama önce insanları ‘aptal’ yerine koymadan biraz gerçeklerden bahsedelim. ‘İnternetten film indirmeyin, sinemaya gidin’ diye tehditkar bir yol göstermenin böyle bir ülkede, gerçek hayatta bir karşılığı yok maalesef. ‘Emeğe saygı’ klişesinden önce söylemekten bıktığımız halde duyulmayan bazı noktaları yeniden sıralamak gerekirse;
Öncelikle; vizyon diye takip edilen şeyin artık ortalama bir sinema seyircisi için bile hiçbir şey ifade ve vaat etmediği ortada. AVM’lere mahkum edilen sinemaların vizyon yelpazesi yok denecek kadar azaldığı gibi, çoğu ödüllü/ iyi eleştiri almış/ merakla beklenen/ en azından yönetmeni, yazarı referans olan/ dikkate alınması gereken filmlerin şansı kalmamış durumda. ‘Vizyona girdi’ diye sevineceğimiz filmlerin kopya sayısı ise 1 ile 5 arasında değişiyor. Şaka gibi…
Ve bu filmlerin neden bu kadar az kopyayla gösterime sokulduğu sorusunun cevabı da bir o kadar komik. ‘İzlenmiyor’ denilen bu filmlerin seyirciye ulaşmamasının sebebi zaten bu kadar az kopyayla gösterime girmesi ve hemen vizyondan kaldırılması. Yani, bu döngüyü yaratan durumun kendisi zaten… Murat Özer’in tek kopyalık harikalar diye tanımladığı, bu kimsenin izlemediği(!) filmler içinde 2013’te Tepelerin Ardında (Depa Dealuri), Hayat Avcısı (The Imposter), No gibi yılın en iyileri arasında gösterilen filmler yer alıyor mesela.
Bu anlayamadığımız ‘ticari zeka’nın seçimlerine bakmak gerekirse, örneğin 141 kopya ile gösterime giren Gelmeyen Bahar 20 bin kişi tarafından izlenmiş. Sinemaların ‘ticari mal’ olarak görmediği Michael Haneke’nin Aşk’ını ise sadece 3 kopyayla 26 bin kişi izlemiş. Bir örnek üzerinden ticari başarısızlık analizine soyunmayacağız elbette, zaten bunun ticari bir işten fazlası olduğunu anlamak asıl mesele. Kaldı ki, bunun gibi sayısız örnek önümüzde ve ticari olarak bile ortada kocaman bir tutarsızlık var.
[Buna rağmen yıl içinde çokça servis edildiği gibi devamlı ‘sektör büyüyor’ deniyor. Peki, önümüzde duran ve kimsenin açıklayamayacağı rakamlar ne anlatmalı bize? Sadece geçen yıldan bugüne, Faust, Meleklerin Payı (The Angel’s Share), Gelecek (The Future), Tepelerin Ardında, Hayat Avcısı, No ve Acı (Pieta) 1’er kopya; Elena ve Yalnız Gezegen (The Loneliest Planet) 2’şer, Barbara ve Ekümenopolis 3’er, Yurt 4, Cennetteki Çöplük 5 ve Jin 7 kopya ile vizyona girerken, parasal açıdan beklenti yaratan ama sinemasal değerlendirme yapmanın mümkün bile olmadığı işler ne kadar iş yapmış diye baktığımızda karşımıza resmen bir film çöplüğü çıkıyor. Birkaç örnek; Anadolu Ateşi 67 kopya (2 bin 300 seyirci), Vur ve Kaç 40 kopya (11 bin seyirci), Van Gölü Canavarı 31 kopya (11 bin seyirci), Sihirli Oyuncaklar 74 kopya (12 bin seyirci), Senin ki Kaç Para 85 kopya (15 bin seyirci), Evrenin Askerleri: İntikam Günü 90 kopya (24 bin seyirci)… Liste inanın uzayıp gider. Boşu boşuna yazılmış satırlardan başka bir şeye dönüşmez. Amaç sadece ucuz filmlerle gişeyi hedeflemek ve dünya sinemasının uzağında içi boş bir eğlencelik sunmaksa kurulacak her cümle boşluğa düşer zaten]
Üstelik bahsettiğimiz alternatif, ana akımın dışında bir sinema da değil. (Onların hiç şansı yok maalesef) Sinema dediğimiz anda kafamızda ilk beliren isimlerden bahsediyoruz. Hiç ilgisi olmayan birine bile, Van Gölü Canavarı diye bir ‘şey’in 31 kopyayla girdiği vizyonda Michael Haneke’ye, P. Thomas Anderson’a, Reha Erdem’e, Zeki Demirkubuz’a zar zor yer var deseniz, acı acı güler galiba. Peki, böyle bir vizyon üzerine ne tartışılabilir?
TEKELLERE RAĞMEN SİNEMA
Çoğu alanda olduğu gibi sinemada da güçlü tekeller oluşmuş durumda ve bu konuda söz söyleyen bu tekeller oluyor doğal olarak. Sinema salonları ve dağıtım 3-4 şirketin elinde ve bu şirketler insanların seyir zevkini keyiflerine göre belirlediği gibi sinemayı içi boşaltılmış eğlence aracından öteye götürmemekte ısrarlı. Şimdi yeni sinemacılar başta olmak üzere filmlerini seyirciyle buluşturmakta sorun yaşayan yönetmenler yeni dağıtım kanalları, imkanları yaratmaya çalışıyorlar. Onur Ünlü gibi kendi seyircisini yaratan ve vizyonda karşılığını bulan bir isim bile son filmini (Sen Aydınlatırsın Geceyi) vizyona sokmadan seyirciyle buluşturuyor. Bu kadar yönetmenin, sinemacının haykırmasına rağmen, bu sorunu hala görmeyip, yokmuş gibi yapıp ‘sektör büyüyor’ nidalarıyla gazetelere demeç vermek, neye karşılık geliyor bilmiyoruz ama buna sinema denmediğini iyi biliyoruz.
EMEK'İNİ KORUMAK İSTESEN...
Yoksa, Emek Sineması’nı AVM’nin içine koymak için yanıp tutuşan ve bunu ‘aynen korunacak’ diye açıklayan bir mantalite ile nasıl bir tartışma içine girilebilir ki! 9 salonlu sinema yapıp, 5 salonu sadece 2 filme bölüştürüp, geri kalanı pop corn mısır eşliğinde sunan sinemaya ‘bizim’ diyemeyiz. Fuayesinden perdesine, film izleme deneyiminden izlediğimiz filmlere kadar bitmeyen bir liste bu… Emek, Atlas, Beyoğlu, Kızılırmak… Sizce sadece muhalif olmak için karşı çıkılan bir mesele mi bu? Daha fazla ne denir ki? Bir filmin mısır, cips sesleriyle, telefonun ışığıyla, interaktif fısıldaşmalarla bölünmeyecek bir iki saat olduğunu yeniden yeniden anlatmak kadar abes üstelik. Yurt dışından örnek versen olmuyor; kişisel film izleme tarihini anlatsan nostalji; duygunu, deneyimini, zevkini korumak istesen tutucu oluyor; Emek’ini korumak istesen ya zararlı ya da ‘daha önemli meseleler var, züppe!’ sayılıyorsun. Çıkış yok yani.
GAYET POLİTİK BİR MESELE!
Şehirle ilgili bir meseleniz varsa, ne söylerseniz söyleyin, ne yazarsanız yazın aynı tepkiyi duyuyorsunuz, ‘’Bu kadar önemli mesele varken…’’ ile başlayan cümleleri. Yoksa, böylesine bir değişimin hiç yadırganmadan kabul görmesini açıklamak zor. Öyle ki, bu dönüşümün ne menem bir şey olduğunu anlatmak için bile nostaljiye mahkum ediliyoruz. ‘’Ne de güzeldi o eski günler’’ kalıbını şiar edindik. Halbuki, bu tamamen kişisel ve politik bir mesele. O yüzden de bir çıkış bulmak şart.
Devamlı dolaşımda olan bazı klişelere bakarsak;
Her yıl, sinema seyircisinin artığına dair haberler yapılır, rakamlar yayınlanır. Ancak, büyüyen sinema seyircisi değil, sinemaya gelen televizyon seyircisidir. En çok iş yapan filmlere ya da vizyona giren yerli filmlerin çoğunun konularına, oyuncu tercihlerine hatta diziden bir adım öteye gidemeyen hikaye, anlatım (varsa tabii) tercihlerine bakılırsa bu rahatlıkla görülebilir. ‘Daha çok seyirci’ amacından başka bir şey gütmeyen ve bunu yeterli gören, birbirinin aynısı işler kısaca.
Üstüne bir de ‘aile’ vurgusu yapılır sık sık. Bakanlık desteğiyle ve ajanslara yapılan açıklamalarla sürekli ‘ailecek izlenecek filmler’ tartışması gündeme gelir. Sinemayı sınırlandırmak, izleyici profilini tekdüzeleştirmek, tercih, ilgi ve seyir zevkini hiçe saymak için hayata geçirilen bu anlayışın yaratmaya çalıştığı şey de, toplamda aynı kapıya çıkıyor.
‘Türk sinemasına destek’ tekerlemesini de unutmamak lazım. Hatırlatmaya gerek var mı, insanlar yerli sinemaya ya da genel olarak sinemaya destek olmak için film izlemeler. Film izleyenin de, sinemanın da böyle bir misyonu yok, olamaz da zaten. O yüzden ‘bu filme çok emek verdik’, ‘yerli sinema büyüsün’ gibi sloganlarla karşılaştığınızda oradan hemen uzaklaşmanızı tavsiye edebiliriz.
Geldik ‘korsan’ meselesine. İki kişi sinemaya gidiyorsunuz. Gidiyorsanız artık alternatif kalmadığı için büyük olasılıkla AVM sinemaları olacak bu. Ortalama 40-45 lira iki kişilik bilet fiyatı. Haftasonu ise daha fazla. Gidiş geliş, yeme-içme varsa bu rakam 80-120’ye kadar çıkabilir. Bu rakamın hiç sorun olmadığı bir kesim var elbette. Ama Türkiye şartları için bu rakamlar lüksün bile ötesinde. Bunda sinemadan kesilen vergilerin büyük payı var ama bu rakamlarla insanlara ‘korsan indirmeyin, sinemada izleyin’ derseniz en fazla gülüp geçerler. Bilet fiyatları bu durumdayken, üstelik; sinema, DVD, paralı kanallar dahil her şey sansürlü ve yasaklı iken ve bir de dünya sinemasının bütün nimetlerinden uzakta bir vizyon sunarken, internetten film indirmeyin demek ancak hayat şartları ve standartlarından bihaber olmanın karşılığıdır.
Sonuç mu? Sonuç falan yok aslında. Bu bir süreç. Dayatılan kültür meselesi. Ne istediğimiz çok basit. Film bittiğinde ışıklar yanmasına ve herkes çıkmasına rağmen jeneriğin sonuna kadar beklemeyi tercih ediyoruz biz. Göz ucuyla çevremize bakıyoruz. Bizim gibi birkaç kişi daha varsa seviniyoruz. Bu kadar basit.
*Yazıda bahsi geçen çoğu mesele sinemayı seven birkaç kişi arasında geçen konuşmaların yazıya dökülmüş halidir bir bakıma.
**Rakamlar Box Office Türkiye’den alınmıştır.