“Geçmişe doğru açtım zamanın penceresini; hayatımın her evresini
dolanarak çocukluğuma doğru giden yolların içinden geçtiği resimlerime…
Ardımdaki geçmiş bu sergi. Dönüp geriye baktığımda hatırladıklarım.
Unutamadığım mekânlar; mevsimlerin duru, ışıklı, renkli aydınlığında
yaşadığım heyecanlar; hatıralarla yüklü tuvallerimin içi. Doğadaki
ışığın, gölgelerin, çizgilerin, renklerin ve anlatmak istediğim her
şeyin dilimin ucundaki kelimeleri bu tuvallerdeki.
Bulutları, kuşları, rüzgârları, bahçeleri, ağaçları,
meyveleri, tarlaları, buğdayları, otları, bağ bozumlarını, harman
zamanlarını, çocukluk oyunlarını ve hayallerimi ne çok sevdiğimin, ne
çok özlediğimin görsel hafızası bu resimlerimin içinde uyuyan” diye
tanımlıyor ressam Yalçın Gökçebağ, İş Sanat Kibele Galerisi’ndeki
“Geçmiş Uzun Sürer” adlı retrospektif sergisini. Onun haiku gibi
tanımladığı sergi; resminin kalbi olan doğanın, insanın ve mevsimlerin
uzun, derin öyküleriyle yüklü pastoral bir senfoni aslında. Her resmi
düşlerimize dokunarak dolanıyor onun senfonisinin içinde. 23 Temmuz’a
kadar devam ediyor bu görsel şölen. “Göz dinler” der Paul Claudel, siz
de dinleyin Yalçın Gökçebağ’ın yaşam dolu pastoral senfonisini.
Bu sergi bağlamında, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “Geçmiş
Uzun Sürer” adlı Yalçın Gökçebağ kitabını yazarken, çocukluğundan bugüne
her mevsimin onun yaşamındaki karşılığını ve anlamını sorgulayan bir
görsel okumayı esas aldım. Bu yazımda, kış mevsiminin sessizliğini
unutulmaz bir görsel senfoniye dönüştürdüğü resimlerini anlattım
Gökçebağ’ın.
Bir daha hiç dönemeyeceği uzak bir güneş bahçesi çocukluğu ve ışıl ışıl gülümsüyor resimlerinde.
Sırları hiç dökülmemiş, içi derin, anılarla yüklü eski bir aynanın
içinden tuvallerine yansıyanlar; pulsuz, zarfsız birer mektup gibi.
Çocukluğuyla birlikte yiten, eksilen ne varsa onları unutmama resimleri
bu mektuplar. Her birinin içinde en eski sureti, gözlerimize bakıyor.
Göz göze geliyoruz her resminde; hayatımızdan eksilmiş şeylere dokunuyor
bakışlarımız.
Özlediği zamanları, mekânları, mevsimleri,
sözcükleri renklerle tercüme ederek boyuyor resimlerini. En masum
duyguları, hevesleri, imgeleri, heyecanları; her şeyi orada rengârenk;
sevgiyle, umutla mühürlenmiş. Oradan bakıyor; hayallerinin tutkuya
dönüştüğü yerden…
Geçmişin mevsimlerini geri getiremiyor ama yakınlaştırıyor, duyumsatıyor, sezdiriyor içinden baktığı resimleri.
Kış resimleri…
Onlarca çocukla birlikte, Zeyve’de, donmuş bir gölün -Küçücük bir göl.
Adı, Kocagöl- üzerinde oynuyor. Yılın zor zamanları; ayaz, kar. Her kar
tanesi bir hatıra. Her şey kardan almış rengini, doğaya hükmetmiş beyaz.
Karda küçük ayak izleri var; düşleri, umutları büyük çocukların.
Bulutlara doğru uzanan, dalları güzden kalma kuru, sarı yapraklı, sıralı
kavak ağaçlarının uzun, ince gölgeleri düşmüş kardaki ayak izlerinin
üstüne. Kış rüzgârı geçiyor dalların arasından. Kavaklar da çocuklar da
umut bu resimde. Ve çocukların taşra yalnızlığını dağıtan çığlıklarıyla,
gülüşleriyle boyanmış gölün buzdan sureti…
Babasının öğretmenlik
yaptığı köy Zeyve. Orada doğmuş. Zeyve, çocukluğu; mutlu, masum, yitik
cenneti. Denizli’nin Çal ilçesine bağlı, dağ başında bir köy; susuz,
ağaçsız. Afyonkarahisar’dan doğup, Ege’yi büklüm büklüm dolaşarak denize
dökülen Büyük Menderes’in yukarı havzasında Zeyve. Irmak aşağılarda
derin bir vadiden aktığı için su uzaklarda. Kuyulardan sağlanıyor içme
suyu. Gazyağı tenekelerine doldurularak eşeklerle taşınıyor çok
uzaklardan…
Bir başka kış resminde yine sık dallı kavak ağaçları…
Neresinde su varsa bozkırın orada kavak ağaçları…Ağaçların yakınındaki
bir kuyunun önünde, bir eşeğin üzerinde duruyor… Kuyunun yanında,
derinliği kadar uzunluktaki ucu çatallı bir dikmenin üzerine
tahterevalli yerleştirilmiş; ucunda zincire bağlı kovasıyla uzun bir
çıkrık duruyor. Kuyudan çıkartılan suyu içiyor eşek. Çıkrığın çıngırak
sesi dolanıyor resmin içinde…
Kış hiç bitmiyor sanki, en uzun
mevsim onun resimlerinde. UNICEF (Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım
Fonu) tarafından “dünya çocuklarına iyilik” konsepti kapsamında,
İsviçre’de kartpostal olarak basılan ve dünyanın dört bir yanına ulaşan
resminde de mevsim kış; “Güneşli Bir Kış Günü” adı. Doğanın gizemli bir
gülümsemeye dönüşen bembeyaz sessizliğiyle dolu resmin içi; Cahit Sıtkı
Tarancı’nın “Kar ve hatıralar” şiirini duyumsatıyor; “Beyaz bir sükût
işte; kar…”
Eşsiz mevsimlerinden biri kış; çoğu resimleri bu
mevsimin içinde uyuyor. Her şeyin mutluluk olduğuna inanmış; kış da öyle
bir şey; onu mutlu eden, kıvandıran bir iksir gibi.
“Doğduğum
Köy” adlı resminde de bitimsiz bir bir kış telaşı var. Kerpiçten
yapılı, düz damlı evler; kışın ısınmak için duvarlarına yapıştırılmış
tezekleri, ahşap pencereleri, kapıları birbirine benziyor ve bu evlerin
hafızasındaki izlerini kışla boyamış. Yan yana, omuz omuza evler;
birbirleriyle fısıldayarak konuşuyorlar sanki. Evlerin damı killi
toprak. Eriyen kar suları ve yağmur içine akmasın diye evlerin, kadınlar
silindirik loğ taşını yuvarlaya yuvarlaya toprağını sıkıştırıp
düzlüyorlar damların. Evlerin önünde kadınlar, çocuklar, eşekle gelip
geçenler, tarla ve bahçe işlerinde kullanılan at arabaları, koyunlar,
inekler, kağnılar, kavak ağaçları… Yaprakları iyice sararmış kavakların,
dökülmeye başlamış. Kışın zor geçtiği yerlerde böyle olurmuş;
yapraklarını erken dökermiş kavaklar…
Kara trenler… Telgraf direkleri… Kuşlar…
Güneş dağın ardına çekiliyor. Gün batımı. Gölgeler uzamış. Uzak bir
menzilden yavaş yavaş gelen buharlı kara tren eteklerinden geçiyor
dağın. Yorgun. Dumanı yoğunlaşmış soğukta. Vagon tekerleklerinin
sesleri, istasyondaki kampana sesi, boğuk sesine karışıyor sanki trenin.
Ve çocukluk günlerinin içinden gelip resimlerinin orta yerlerinden
geçen trenlerin her biri çocukluk hayallerinin sınırını çizen ufukların
ötesindeki başka hayatları hatırlatıyor; gidip dönmeyenleri, gelip
kalanları, gidemeyenleri, üzülenleri, kederlenenleri, sevinenleri,
ağlayanları, gülenleri… Kompartımanların solgun ışıkları… Rüzgârların
savurduğu karları önleyen ahşap kar çitleri. Çitlerin, çalıların
kuytularında biriken karlar…Tellerine kuşlar konmuş, beyaz fincanlı
telgraf direkleri; ıssızlıkları, yalnızlıkları, sessizlikleri ve
özlemleri bekliyor. Tellerine dokunan rüzgârların ıslığını gönderiyorlar
kara trenlere; şair Metin Altıok’un “Ah o telgraf direkleri/telgraf
direkleri” mısrasını üç kez tekrar ettiği şiirindeki özlemi… Demirle
kaplı ahşap tekerlekleri ve dingil üzerindeki kasaları rengârenk
boyanmış, folklorik resimli at arabaları; koşum takımları geleneksel
motiflerle süslenerek resimlenmiş atlar; giysileri renk cümbüşü
insanlar… Sığırcık sürülerinin gökyüzündeki ahenkli dansları… Hayvan
otlatan çobanların, omuzlarından diz kapağına kadar uzanan kolsuz,
dikişsiz, keçeden yapılmış ak kepeneklerinin üzerlerindeki Türkmen
motifleri… Bulutların arasından süzülen kış güneşinin altında, karla
kapanmış yollarda art arda dizilerek; at arabasıyla, eşekle, yaya
yürüyerek giden kadınlar, yaşlılar, gençler, çocuklar… Kocaman, ulu bir
adak ağacının yere yakın dallarına asılmış rengârenk adak mendilleri.
Karda açan çiçeklerin süslü bakışları…
Pastoral bir kar masalı
kış resimleri, çocukluk cennetinin bahçesi. Hayallerini, yaşadıklarını,
gördüklerini, göremediklerini, sesleri, renkleri, imgeleri bekliyor
resimlerinde…
Not: 29 yıl önce bugün,
Sivas’ta, dostlarımı/kardeşlerimi yakan ortaçağ yangınının ateşi hâlâ
yakıyor içimi. Birkaç gün önce geçtim Konur Sokak’tan. Metin ve Behçet
Ağabeylerle, Asaf’la sık sık buluştuğumuz Mülkiyeliler Birliği’nin
önünde durdum. İçimdeki kanayan yere dokundu anıları. Sevgiyle, özlemle
anıyorum her birini…
Kaynak: https://www.birgun.net/haber/gecmis-uzun-surer-394190