Nuri Bilge Ceylan'ın şifreleri / Güldal Kızıldemir


Son filmi 'Kış Uykusu'yla sinema dünyasının en prestijli ödülü Altın Palmiye'yi kazanan Nuri Bilge Ceylan'ı ne kadar tanıyoruz? Büyük yönetmen, 1997 yılında Radikal gazetesinden Güldal Kızıldemir'e verdiği söyleşide, Himalya eteklerinde hayatın anlamını bulma yolculuklarından Londra'daki bulaşıkçılık ve market hırsızlığı günlerine her şeyi tüm açıklığıyla anlatmıştı. İşte o efsane söyleşi...



Pazar Sohbeti: ‘Kasaba’lı anlam avcısı

Güldal Kızıldemir (Radikal Gazetesi, Radikal İki eki, 21 Aralık 1997)
Nuri Bilge Ceylan. 1959’da İstanbul’da doğmuş, bir ‘kasaba’da büyümüş. Duvarına bile asmadığı diplomasında Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Mühendisliği Bölümü yazıyor. Bilenler onu siyah beyaz fotoğraf ustası olarak bilirler. Ama o hep potansiyel bir sinemacı olarak yaşamış. Londra günleri, sayısız yolculuklar, Himalayalar, binlerce kare siyah beyaz fotoğraf onu hep ‘kişisel sinema ’sına hazırlamak için girmiş yaşamına. Ama kameranın arkasına geçebilmesi için yıllar, yıllar geçmiş. Her şeyin anlamını yitirdiği, içindeki boşluğun büyüdükçe büyüdüğü bir zamanda ‘kendini fırlatır gibi’ başlamış film çekmeye. İlk filmi Koza çıkmış ortaya. 20 dakikalık Koza Cannes Film Festivali’ne kabul edilince, Kasaba’yı çekmek için yıllarca beklememiş. Masraflarını cebinden ödediği, annesi babası ve kuzenini oynattığı ve sadece ‘iki kişi’lik ekiple (kendisinden başka bir kişi. Sadık İncesu) gerçekleştirdiği film Adana ve Antalya özel ödülleri sahibi. Ceylan, batıda ve doğuda aşamadığı anlamsızlık duygusunu kendi ‘kasaba’sıyla aşmaya çalışıyor. O, içimizdeki ‘kasaba’nın öykücüsü.İlk uzun metrajlı filminizle, “Kasaba”yla iki ödül aldınız. Üstelik çok kişisel ve bir hayli farklı bir filmle. Evet. O yüzden ödül almasını pek beklemiyordum. 

Çok iyi bildiğiniz bir dünyanın belgeselini yapmış gibisiniz. 
Zaten Antalya’da belgesel film eleştirisiyle yarışma dışı bırakılmaya çalışıldığını söylediler. Öyle bir yanı var, evet. 

Nereden biliyorsunuz bu dünyayı? Ben o kasabada büyüdüm. Aslında bir memur ailesinin çocuğu olarak İstanbul’da doğdum. Ailem Çanakkale’nin Yenice kasabasında, yani filmdeki kasabada doğmuş, büyümüş. Babam o yörenin okumuş tek kişisi. Son derece yokluklar içinde okumuş. O zaman Yenice’de ilkokul bile yokmuş. Babam İstanbul’da ziraat mühendisliği yapıyordu fakat ben iki yaşındayken öğrendiği bilgileri uygulamak için son derece idealist amaçlarla doğup büyüdüğü topraklara tayinini çıkarttı ve oraya yerleşmeye karar verdi. Dolayısıyla benim çocukluğum Yenice’de geçti. 

Nasıl bir çevreydi? Nasıl bir kasaba? 
Çok tipik bir kasabaydı. Değer yargıları, doğruları, yanlışları son derece keskin bir çevreydi. Bu çevre içinde babamın hayat görüşü etrafındakilerden oldukça farklıydı. Sekiz yıl o kasabada yaşadık. Ve zamanla, babamın idealizminin yavaş yavaş bir hayal kırıklığına dönüşmeye başladığına tanık olduk. 

Ve İstanbul’a dönmek istediniz. 
Dönmek istedik, zaten dönmek zorundaydık. Orada lise yoktu ve ablam lise çağına gelmişti. Ben ilkokul dördüncü sınıfı bitirince buraya geldik, babam yıllarca tayinini çıkartamadığı için uzun yıllar biz İstanbul’da onsuz yaşadık. İstanbul’da bir süre oldukça yoksul denebilecek bir yaşam sürdürdük Annemde faranjit bırakan o tüten sobayı hiç unutmam. Devamlı öksürür ve bugün hâlâ ne zaman öksürdüğünü duysam o günleri hatırlıyorum. 

Ailenize çok bağlı görünüyorsunuz. Filminizde bile başrollerde anne babanız oynuyor. Senaryo ablanızın. 
Tipik bir aile içinde büyüdüm ve aslında tipik bir aile içinde büyümek bir çocuk için kötü bir şey değil. Çünkü çocuk ruhu kendini çok farklı hissetmek istemiyor zaten. Diğer insanlara benzemek istiyor ve farklılıklarını suç olarak algılıyor çocukken insan. Çocukluğumda ben r’leri söyleyemezdim. O yüzden Nuri adımı söylemez, Bilge’yi söylerdim. Ama Bilge de kız ismiydi. Bir edebiyat öğretmeni vardı. Sözlüde adımı Bilge olarak söyledim. “Nasıl söylersin böyle kız ismini” dedi bana. Herkesin önünde alay etti. O gece ‘r’ çalışıp bu işi çözdüm. Hayatta en nefret ettiğim şey aşağılanmaktır. 

Farklı olmak suçluluk duygusu verir diyorsunuz. Siz biraz suçluluk duygusu çekmiş gibisiniz. 
Bilincim özellikle farklılıklarım üzerine yoğunlaşırdı. Suçluluk duygusu yarattığı için çocukluktan beri de böyleydi. Bilirsiniz çocuklukta bir alay mekanizması vardır. Alay edilmemek için alay etmek zorundasınızdır. İktidar ilişkisi çocukken okulda başlar. 

‘Kasaba’dan İstanbul’a gelmek en çok neyi değiştirdi hayatınızda? 
İstanbul’da sanıyorum hayatımı etkileyen en önemli olay belki Boğaziçi Üniversitesi’nde okumuş olmam oldu. Elektrik Mühendisliği bölümünde. Aslında nasıl oluştuğunu tam bilemiyorum bir Batı hayranlığı başlamıştı bende ve Boğaziçi Üniversitesi bunu iyice körükledi. Boğaziçi’nin insanı batıya yönlendiren bir tarafı vardır, bilirsiniz. Bir şekilde okul bitecek, Batı’ya gidilecek, orada yaşanacak diye düşünülür. Sanki yazgım Batı gibi görünüyordu. 

Hiç gitmiş miydiniz? Yaz tatillerinde otostopla ya da bisikletle tatile gidiyordum. İlk on yedi yaşında gittim, otostopla. Tabii bu ilişki Batı’yla çok egzotik bir ilişkiydi. Gerçek yüzünü göstermiyordu bize Batı. Kendi ruhumuzun ona uygun olup olmadığını da hissettirmeyen biri ilişkiydi. Daha ziyade dönünce anlatılacak maceralar zinciri gibiydi bu yolculuklar. 

Fotoğraf çekmeye başlamış mıydınız o yıllarda? 
Tabii. On altı yaşından beri fotoğraf çekiyorum. Daha sonra okul bitince hiç sorgulamaya bile gerek kalmadan yazgımı yaşamaya gittim. 

Nereye? Londra’ya gittim. Az bir parayla. Ama zaten macera yaşamak bir üst değer gibi göründüğü için çok da farketmiyordu. Londra’da bulaşıkçılık filan gibi herkesin başına gelen işleri yaptım. Market hırsızlığı filan yaptım. Hatta özel sefere çıktığım bile olurdu. 

Elektrik mühendisi bir market hırsızı gibi. 
Evet. Elektrik mühendisliği meselesiyle üçüncü sınıfa geldiğimde aram açılmaya başlamıştı. İlişkimin adamakıllı derinleşmeye başladığı fotoğrafla yeni bir yol izleyeceğimi düşünmeye başlamıştım. 

Hiç yakalanmadınız mı? Market hırsızlığı yaparken yani? 
İki defa yakalandım. İkincisinde on beş yaşında bir çocuk beni kolumdan tutup dışarı atmıştı. Sendeleyerek insanların arasına çıktım. Çok aşağılandığımı hissettim. İlk defa gururumun gerçekten incindiğini hissettim. Sokaklarda insanları görmeden yürüdüm uzun süre. 

Önemli olan çalmak değil yakalanmak galiba. Yakalanacağını düşünmüyor ki insan. Yolda yürürken bir aynayla karşılaştığımı hatırlıyorum. Yüzümü o kadar maskesiz görmemiştim. Bu yakalanmayla gelen aşağılanma duygusu içimde bir şeyleri tetikledi. Zaten bir yandan içimde oluşan anlamsızlık duygusu giderek büyümeye başlamıştı. Batı’nın değerleri yavaş yavaş ruhuma uymayan değerler olarak görünmeye başladı. Bir gün, bir kitapçıda Himalayalar üzerine bir kitaba rastladım bu doğudan medet ummak gibi bir şeydi. Kitapta anlatılan şeyler çok ilgimi çekmişti. 

Çaldınız mı? Onu değil ama çok kitap çaldım. O yakalanmadan sonra ise hiçbir şey çalmadım. 

Kitapla birlikte Batı’yı terk etmeye karar verdiniz galiba. Batı’yı bir daha dönmemecesine terk etmeye karar verdim. O zamanki duygum buydu. İçimdeki boşluk ve anlamsızlık duygusu iyice büyümüş durumdaydı. Çok yalnızdım. İnsan ilişkileri çok zor gelmeye başlamıştı. Batı’yla aramda çok büyük bir mesafe olduğunu hissetmeye başladım. Atina üzerinden Nepal’e uçtum. Himalayalar üzerinde 400 kilometre yürüyüş yaptım bir iki ay içinde. Fakat aradığım anlam bir türlü gelmiyordu. 

Yolların da bir yardımı olmadı yani.Hiç. Nereye baksam her yerde aynı ağaç, aynı bulut. O zamana kadar ‘seyahat denen bir şey var oldukça anlamsızlık sorunuyla yüz yüze gelmem’ diye düşündüğüm halde, ilk defa seyahat ya da maceranın içimdeki boşluğu dolduracak potansiyele sahip olmadığını düşündüm. Sonra bir Budist tapınağının üzerinde oturup dağları seyrederken, birdenbire Türkiye ’yi çok özlediğimi düşündüm ve geri dönmeye karar verdim. 

Neticede Türkiye’ye döndünüz. 
Evet. Askere gittim. Askerlik, bu anarşist hayat içinde çok iyi geldi. Bir amaç, yapılması zorunlu olan bir şey. Ankara’da yaptım. Yeni bir şeyi keşfetmemi sağladı askerlik. Uzun süredir Boğaziçi Üniversitesi yüzünden kendimi yalıttığım, yalıtmak zorunda kaldığım Türk toplumunun her kesiminden insanlardan zengin bir mozaikle karşılaştım. Çocukluk ve gençliğimden hatırladığım, ama bir süredir unutmak durumunda olduğum bir mozaikti bu. Yeniden yurduma karşı bir sevgi oluşturdu içimde bu. Ait olduğum yeri bulmuşum gibi bir duygu yaşadım. Ankara günlerim de çok yalnız geçti ama, en çok düşündüğüm, düşünmek zorunda kaldığım, en çok film seyrettiğim ve kitap okuduğum dönemdi. Sinema yapmaya da kesin olarak bu dönemde karar verdim. 

Sinema, karar verince yapılabilecek bir şey mi? 
Gayret gösterdim tabii. Ankara’da Dost Kitabevi’ne gidip, bulduğum bütün sinema kitaplarını aldım. Ama kendime güvenebilmem için daha çok tekniği öğrenmek istiyordum. Amerikan ve İngiliz kültür derneklerinden eski kitaplar buldum ve okudum. Sinema daha sonsuz bir şey. Fotoğrafa göre, hayatın derinliğini daha içinde barındırabilecek, daha muktedir bir sanat olarak göründü gözüme. Bu kudretin kaynağı da bazı kişisel yönetmenlerin üzerimdeki etkisidir. 

Kimler bunlar? Bergman’nın 16 yaşımda seyrettiğim Sessizlik’i mesela, onun öbür filmleri. Sonra Antonioni girdi hayatıma. O zamanlar Tarkovski, Bresson tanınmıyordu daha.

Sonra İstanbul.
Evet. Sistemi daha iyi anlamam gerektiğini düşündüm. Karmaşık bir organizasyon, karmaşık insan ilişkileri gerektiren bir alan sinema üretimi. Kendimi daha yetkin hissedebilmek için sinema okumam gerektiğini düşündüm ve Mimar Sinan’a girdim ve okulun en yaşlı öğrencisi olarak iki yıl okudum. Okulun arşivinden yararlandım. Mimar Sinan kendime güvenimi artırdı. 

Otuz yaşına geldiniz artık. 
Evet. Fotoğrafı tümüyle bıraktım. Fakat yine de bir türlü film yapamıyordum. Korku, güvensizlik hali var. Sürekli erteleyecek sebepler de buluyorum gibi geldi. Ertelemek için uydurduğum bahaneler, yüzleşmekten korktuğum bir gerçeği sakladığım duygusu uyandırdı bende. 

Neydi onlar? 
Yeteneksizlik korkusu olabilir. Çünkü mesela bir türlü bir senaryo yazmayı beceremiyordum. Böylece yıllar geçti. Sonra bir şekilde 20 dakikalık kısa filmim Koza ortaya çıktı. Koza, artık film üretemeyişim konusunda kendime ettiğim işkenceleri sona erdirmek için giriştiğim bir deneme gibiydi. Çekimler bir yıl sürdü. Senaryo yoktu. El yordamıyla sezgilerimle, algılarımla yakalayabildiğim bir dünyayı elle tutulur hale getirmeye çalışıyordum. Diyalog yoktu. Kendimi fırlatır gibi başladım ilk filmimi çekmeye. Koza ortaya çıktı. Neye benzediği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Çünkü seyrettiğim filmlere benzemiyordu. Fakat Cannes Film Festivali’ne kabul edilince biraz kendime güven geldi. Öğrenmeye çalıştığım sinema tekniğini en çok bu filmin çekimi sırasında öğrendim. 

Kaç kişi çalıştınız? İki kişi. Kasaba’da da öyle. Dosyotevski’nin bir sözünü hatırlıyorum: Bir işe başlamaktan daha hayırlı bir şey yoktur. 

Biraz zaman almış ama olsun. Evet, bir şekilde başlayınca gidiyor olay. Koza’nın verdiği güvenle Kasaba çok daha kolay ortaya çıktı. Yine iki kişi çektik. Asistanım Sadık İncesu. Bu filmde her şeyi yaptı, prodüksiyon, eşyaları beraber taşıdık. 

Kendiniz mi yaptınız masrafları? 
Ben sabırsız bir insanım var başlamayınca çok uzuyor her şey. Önce filme başladım ve sonra para aramaya başladım. Zaten küçük bütçeli bir film düşünüyordum ve bir miktar param vardı. Biraz götürebilecek kadar. Film elli bin dolara çıktı. Ben çok daha fazla paraya ihtiyacım olacağını düşünüyordum. Bu sinema için çok küçük bir bütçe. Bütçenin çoğu post prodüksiyona gitti tabii. 

Ekip çok küçük, oyunculara verdiniz herhalde. Senaryo? 
Senaryo vardı bu defa. Ablam Emine Ceylan’ın bir öyküsünden yola çıktım. Otobiyografik eklentiler ve Çehov’dan alıntılar var. En sevdiğim yazar. Bir senaryo vardı ama bütün fikirler çekim sırasında geliyor aklıma. Çekimin hemen öncesinde değil, kamerayı çalıştırdıktan sonra. O anda senaryoyu çok değiştirdiğim oldu. Oyuncular da şaşırıyorlardı, provalarda yapmadıkları şeyleri yapmak zorunda kalmaktan. Oyuncular o anda oynadıkları oyunun önünde ve arkasında ne olduğunu bilmiyorlardı. Nedenini anlamadıkları bir şeyler söylüyorlardı. 

Oyuncular dedikleriniz zaten anneniz babanız. Oynamayı istediler mi? 
Hayır. Hiç istemediler, ısrarlarıma dayanamayıp oynadılar. 

İzleyince beğendiler mi kendilerini? Seyretmediler filmi. Zaten sinemanın çok dışında insanlar. Ben babamı televizyonda bile hiç film seyrederken görmedim. Haberlere bakar. 

Gerçekten izlemediler mi? Anneme bir bölümünü izlettim, “Aman oğlum kim izleyecek bunları?” dedi. Babama da biraz gösterdim, baktı ama izlemedi hepsini, güldü. 

Nasıl ikna ettiniz oynamaya? Çeşitli acındıracak yöntemler buluyorum. Bir de şu kadar para vereceğim başkalarına diyorum, o da etkili oluyor galiba. 

Anlamsızlık derdinizi aştınız mı bu filmi yapınca beki? Aslında anlamsızlık ve melankoli gibi durumlar, sadece aşkın bir değer içinde eritilebiliyor. Sanat da bu değerlerden biri. Nevrotik duygular diyebileceğimiz şeyleri, yani insan farklılıkları ancak böyle aşkın bir değer içinde eritilebiliyor. Zannediyorum sanat çok iyi geldi bu tarafıma, melankolik yapıma. Bir terapi etkisi gösterdi. 

Bir de yetenekli miyim kuşkunuz vardı. 
Daha onu bilmiyorum. Sadece biraz daha güvenim var kendime. 

Yeni bir film hazırlığı var mı? 
Evet. Spesifikleşmeyi severim. Yine aynı bölgede yeni bir film çekmeyi istiyorum. Ama daha az hata yaparak. 

Hatalarınız mı var bu filmde? 
Tabii, filmde bir sürü hata var. Bu yüzden filmi seyredemiyorum. Yeni filme konsantre olmuş durumdayım. Aynı yerlerde benzer oyuncularla, belki renkli. 

Yine iki kişiyle mi çekeceksiniz? Bu defa sesli çekmenin koşullarını zorlamak istiyorum. İdealimdeki ekip beş kişi. 

Filminizi sinemada izlediniz mi? 
Hayır. Ama tek başıma sinema salonunda Macaristan’da izledim. 

Kendinizi genç Türk yönetmenleri arasında hissediyor musunuz? Filmlerimiz benzemiyor ama onların da kendi aralarında filmleri benzemiyor. Onları tanıyorum. Aramızda sevgi ilişkisi olduğu bile söylenebilir. Dayanışma olduğu. Üretim koşullarını kendimiz yaratmamız açısından bir benzerlik var. Her şeyi feda ederek, kayıtsız şartsız sinema yapma arzusu yönünden benzerlik var. Tabii ki ruhlarımız, dünyalarımız ve filmlerimiz farklı.


Arşiv