Oraya gitmeseydiniz keşke!, Ahmet Mümtaz Taylan



Neden siyasiler -iktidar, muhalefet ayrımı olmaksızın- her faciadan sonra olay yerine koşmak yerine çözüm üretecekleri yere yani Meclis'e gidip bu acılara son verecek kararları hayata geçirmezler?


Konservatuvardan önce seksenli yıllarda, iktisat okuyordum. Öğrenci yurdunda kalır, yarım günlük işlerde çalışırdım. Kışları çiçekçilik yaptım. Birkaç yaz da asfalt şantiyesi ve madenlere düştü yolum. Denizli Sarayköy’de 'Dolamit', Mersin Ovacık’ta 'Barit' madeninde. Madenci dilinde dinamit yuvası açana, 'tabancacı' ya da 'delikçi' denir. Ovacık’ta tabancacıydım. Komprasörle dinamit deliği açardık galeride. Delikler açılınca 'ateşçiler' gelir, o yuvalara dinamit yerleştirir, boşaldığından emin olduklarında, dışarıdan döşenmiş kablo düzeneğiyle galeriyi patlatırlardı. Sonra; temizlik, taşıma ve yeniden delik açma. İşin en riskli kısmı patlatmaydı. İçerde işçi unutulur diye değil sadece, galeriden dışarı uğrayan kaya ve taşlara hedef olma, dik yamaçlara açılan galeri ağızlarından kayıp yuvarlanma riski de taşıdığından. Güvenliğimiz, önce kendi şuurumuza, sonra saha sorumlusunun dikkatine emanetti. 

Soma’nın kalbinden ülkenin en ücra sinir uçlarına ulaşan acının görüntülerini izlerken, barit madenindeki tatlı-sert günlerim sökün etti belleğimden. Bizim saklanacak kuytularımız, hayatla aramızda bir ucu kendi bilinç ve dikkatimize düğümlü bir bağımız vardı. Kömür işçisinin böyle bir lüksü yok. İş yeraltından cevher sökmeye gelince; o mesai, işçinin kendisinden bağımsız ve sağın solun sokma aklıyla tarif edemeyeceği riskli bir hal alıyor. 

Yeraltı madenciliğinde güvenlik; işçi sağlığı, iş güvenliği, denetim, mesleki örgütlenme, ticaret ahlakı gibi somut disiplinler, yasalar ve o yasaların istikrarlı uygulamalarından oluşan geniş bir prensipler manzumesiyle vücut bulur. Bu paydalarla ilgili, çok bilir kişilerin görüş ve tespitlerini izledik ekranda. İşçinin sağlığına ve çalışma standartlarına neden saygı gösterilmediği, neden bu acılı deneyimi tekrar tekrar yaşamaya mahkûm edildiği sorusuna, bir de yakın tarihi geri sararak yanıt arayalım. 

Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer’in Başbakan Bülent Ecevit’e, anayasa kitapçığı fırlatmasıyla başlayan ve 2001 Şubatı’nda Türkiye’ye bir gecede 5 milyar dolara mal olan krizi hatırlayalım. Borsa çöktü. O gece uykuya bir lira borçla yatan vatandaş, ertesi sabah üç lira borçla uyandı. Öngörülemeyen en kötü senaryo gerçekleşmişti. 

DSP-ANAP-MHP koalisyonu çareyi, IMF’nin üst düzey bürokratı Kemal Derviş’i Türkiye’ye davet ederek, ekonomi yönetimini kendisine bırakmakta buldu. Derviş görevi kabul etmeden -hatırlayalım- epey naz etti, Türkiye’nin ekonomik düzenini temelden değiştirecek bir dizi yasanın -15 gün gibi bir sürede- çıkarılmasını talep etti Meclis'ten. Cebindeki ekonomik istikrar programının uygulanması, Batı'dan yeni borçlar alınabilmesi için 15 yeni yasa. 

Koalisyon Derviş’in şart koştuğu yasaları -ekonomik krizin ağır baskısıyla- çıkardı peş peşe. Hangi yasalardı hatırlayalım: 
1. Bütçe Kanunu’nda değişiklikler 
2. Görev zararlarını kaldıran kanun 
3. Borçlanma Yasası 
4. Kamulaştırma Yasası 
5. Fonların Kapatılması ile İlgili Yasa 
6. Kamu İhale Yasası 
7. Merkez Bankası Yasası 
8. Bankalar Kanunu’nda değişiklikler 
9. İş Güvencesi Yasası 
10. Ekonomik ve Sosyal Konsey Yasası 
11. Sivil Havacılık Yasası’nda değişiklik 
12. Telekom Yasası 
13. Şeker Kanunu 
14. Tütün Kanunu 
15. Doğalgaz Kanunu 

O kaosun orta yerinde, dönemin ABD Başkanı Bush’un Başbakan Ecevit’e yazdığı bir mektup çok konuşuldu ama aynı hızla unutuldu. Mektup ezcümle şunu söylüyordu: "Yardım –yani borç- istiyorsanız; derhal Derviş’in istediği yasaları çıkarın. Öncelikle Bankalar Kanunu ve Telekom Yasasını." Çokuluslu şirketlerin acelesi vardı ve onların CEO’su mektup yoluyla aba altından sopa gösteriyordu. 
Derviş yasaları birbir çıkarıldı. Çok değil, birkaç yıl içinde önce şeker, sonra tütün üretimine kan doğrandı. Çiftçilik yer ile yeksan oldu. Özelleştirme, devlete kazanç sağlamaktan çok, ülkenin özvarlıklarını iç ortaklı dış sermayeye yağma etme enstrümanı haline geldi. 12 Eylül faşizminin çalışma ve sosyal hayatı sekteye uğratan hukuksuzluğu derinleşti. Sosyal devlet anlayışı deterjan markasına dönüştü. Mesleki örgütlenme iğdiş edildi. Üretmeden tüketme hastalığı felç etti sosyal ve ekonomik hayatı. O ekonomik program, sonraki AKP iktidarları döneminde de -makyaj niteliğini aşmayan küçük müdahaleler dışında- uygulanageldi. Bugün; devletin ton başına 140 dolar maliyetle çıkarttığı kömürü, özel sektörün aynı işletmeden nasıl olup da 23 dolar maliyetle çıkarabildiğini sormuyoruz artık. İşletmenin "Kömürü yüzde bilmem kaç oranda mekanize yöntemle çıkarıyoruz. İşçi güvenliğinde şöyle öncüyüz, böyle tedbirliyiz, bizim işçilerimiz uzaydan gelmiyor!" büyüklendiği madende, onca işçinin nasıl hayatının söndüğünü güçlü bir biçimde sorgulamıyoruz. Deneyimli işçiye aylık 1400, deneyimsize 1200 lira ücret veren, onu sigortaladığı ve bunu gerçek ücreti üstünden gerçekleştirdiği için övgü bekleyen işletmeciye alkış tutanları seyrediyoruz. 

Güvenlik ihmali, ucuz maliyet fetişizmi, kâra tapınma, örgütsüzlük, kirli siyaset-ticaret ilişkisi, denetimsizlik gibi garabetlerin, sadece başkalarının felaketi olduğuna, bize uğramayacağına inanmış gibiyiz. Türkiye’nin birçok konuda işbirliği yaptığı ILO’nun 'Madenlerde İşçi Sağlık ve Güvenliği Sözleşmesi'ni imzalamaktan kaçınan hükümeti sorgulayacak işçi örgütlerimizin bulunmayışında bireysel payımız yokmuş gibi davranıyoruz. 

Sorular çoktur. Riskli çalışma alanlarında denetim kimler tarafından, hangi koşullarda yapılıyor? Maaşlarını nereden alırlar? Tanesinin 250 bin TL olduğu belirtilen ve her biri 20 işçi barındırabilecek 'kurtarma odası'ndan neden her işletmede yeterince bulunması sağlanmıyor? Ucuz maliyet, insan hayatından daha kutsal bellendiği için mi? 

Neden siyasiler -iktidar, muhalefet ayrımı olmaksızın- her faciadan sonra olay yerine koşmak yerine, ait oldukları ve gerçekten çözüm üretecekleri yere, yani Meclis'e gidip bu acılara, haksızlığa son verecek kararları hayata geçirmezler? Bunun işçi ölümlerindeki kusur paylarını kabullenmek olacağını mı düşünüyorlar? Bu toplumsal travmalar, bunca acı, izahı imkânsız bu can kayıpları da onları yan yana getirmeye yetmeyecekse siyaset ne işe yarar, sormayacak mıyız? 

Gidenler bilir, görenler hatırlayacak. Atatürk Barajı'nın bir seyir terası var. O terastan görünür bir yere, baraj inşaatında kaybedilen işçiler için bir anıt dikilmiş. Kaidesinde şöyle yazar: 'BİZ İŞ KAZALARINDA ÖLDÜK. ÖLMESEYDİK NE İYİYDİ' Acıdır! Cümle de o cümlenin o kaideye düşülmüş olması da! 

Bu yazı bitmeden Soma’da kayıpların sayısı 282 idi. Yazıyı okuduğunuzda kayıp sayısının kaç olacağını bilmiyorum. Ulusal yasın üçüncü gününde, ulaşılamayan galeriler var. Yakınlarından iyi-kötü haber bekleyen madenci aileleri için anlam ifade etmeyen teknik enformasyonlar, üstü örtük işveren savunmaları, cılız kaza (!) bahaneleri uçuşuyor bu karbonmonoksit ikliminde. 
Allah affetsin, atlamalı sıçramalı bir zihnim var. İlkin dayakla öldürdüğü karısından; "Her zamanki kadar dövdüm. Neden öldüğünü bilmiyorum!" diye bahseden koca düşüyor aklıma. Bir de kaidesinde 'BİZ İŞ KAZALARINDA ÖLDÜK. ÖLMESEYDİK NE İYİYDİ' yazılı anıt! 
Bu cennet vatanın seyir terasından manzaraları! Ve biz susup seyrettikçe bu terasın manzarası değişmeyecek. 
Başımız sağolsun…

Kaynak: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ahmet-mumtaz-taylan/oraya-gitmeseydiniz-keske-1192524/




Arşiv