Utopialılar sadece 6 saat çalışıyorlar. Öğleden önce 3 saat iş görüyorlar, ardından yemeğe gidiyorlar, yemek sonrası 2 saat dinleniyorlar ve sonra 3 saat daha çalışıp akşam yemeği saatinde işi bırakıyorlar. 8 saat uyku uyuyorlar.
Çalışma, yemek yeme ve uyku saatlerinin arasındaki vakitlerde serbestler; herkes canı ne istiyorsa onu yapıyor. Tabi amaç öyle şamata yaparak ya da tembel tembel oturarak zaman öldürmek değil; herkesin kendi işinden gücünden artan boş zamanını hoşuna gidebilecek zihinsel bir uğraşıya vakfetmesi esas. Zaten onların çoğu bu ara vakitlerini özgür sanatlarla meşgul olarak geçiriyor. Buna karşın kendi boş zamanını yine kendi işiyle meşgul olarak geçirmek isteyen olursa -zaten çoğu da böyle yapıyor; çünkü bu tür kişilerin zihinleri bir bilim üzerinde yoğunlaşacak nitelikte değil- kimse onu engellemiyor; tersine, kamunun yararına hizmet ettikleri için özellikle takdir ediliyor.
Utopialılar günde sadece 6 saat çalışıyorlar diye, belki de siz şimdi onların temel gereksinimlerini karşılamada dara düştüklerini sanacaksınız. Ama durum hiç de böyle değil; çünkü bu 6 saat onların gerek temel, gerekse keyfi ihtiyaçlarını bol bol karşılamaya yetiyor da artıyor. Nüfuslarının büyük bir bölümünün tamamen işsiz olduğu başka ulusları şöyle bir gözünüzün önüne getirecek olursanız, işte o zaman buradaki durumu daha rahat kavrayabilirsiniz. Çünkü her şeyden önce, söz konusu uluslarda kadınların neredeyse hiç işi yok, yani demek ki nüfuslarının %50'si işsiz. Kadınların çalıştığı memleketlerde ise bu kez onların yerine kocaları yan gelip yatıyor. Sonra bütün o rahip takımının ve ruhban sınıfından olduğu söylenen adamların ne kadar tembel bir güruh olduğunu bir düşünün, katın bir de bunlara bütün zenginleri, özellikle toprak sahiplerini, hani halk arasında beyefendi ve soylu olarak adlandırılanları. Bunlara bir de onların uşaklarını ekleyin, yani bütün şu baldırıçıplak kabadayı çetesini. Son olarak da o gürbüz, sapasağlam dilencileri ekleyin hesabınıza, hani tembelliklerine kılıf uydurmak için kendilerini hep hastalıklı gösteren insanları. İşte o zaman kesinlikle biz ölümlülerin tükettiklerinin, sizin sandığınızdan da az kişinin emeğiyle üretildiğini anlayacaksınız.
Yöneticiler yurttaşlarını zorla lüzumsuz işlere koşmaz; çünkü böyle kurumsal bir devletin gözönünde tuttuğu ana hedef şudur: Toplumun zorunlu ihtiyaçları karşılandıktan sonra, artan zamanı bütün yurttaşların fiziksel kölelikten zihinsel özgürlüğe ve gelişime aktarmalarını sağlamak. Çünkü yaşamdaki mutluluğun temelinin bu ana hedefte yattığına inanırlar.
Her kent dört eşit mahalleye ayrılmıştır. Her bir mahallenin ortasında da ne ararsan bulabileceğin bir pazar yeri var. Her ailenin kendi evlerinde ürettiği mallar bu pazara getirilir ve türüne göre tek tek ayrılıp ambarlara konur. Aile büyüğü kendisinin ve hanesindeki kişilerin ihtiyaçlarını buralardan karşılar, ne istiyorsa parasız, hatta takas falan da yapmadan alır götürür. İstediğini neden alamasın ki? Her şey böyle bol bol yetip de artarken, birilerinin arsızlık edip ihtiyacından fazlasını söyleyeceğinden hiç kimsenin endişesi olmaz zaten. Sonra bir adamın niçin lüzumsuz şeyler isteyeceği düşünülsün ki, hiçbir zaman dara düşmeyeceğinden adı gibi eminse?
Yoksunluk endişesi nasıl ki her tür hayvanı açgözlü ve yırtıcı hale getirebiliyorsa, sadece insana özgü olan kibir, hani şu her şeye bol bol sahip olduğu için şımarıp kendisini bir şey sanmasına yol açan duygu da aynısını yapar. Oysa Utopialıların yaşam tarzında böyle bir şeyin esamesi bile okunmaz. Her şeyi eşit olarak paylaştıkları için de hiç kimse zarurete düşmez ve dilenmek zorunda kalmaz.
Utopialılar gökyüzünde seyredebilecekleri bunca yıldız, hatta güneşin kendisi dururken, ölümlü bir insanın minnacık bir mücevherin ya da daha doğrusu bir taş parçasının solgun pırıltısına kendini bu denli kaptırmasına sahiden hayret ediyor. Ya da giysileri incecik yün ipliklerle dokunmuş diye bir insanın diğerlerinden daha soylu olduğunu düşünecek kadar çılgın olmasına bir anlam veremiyor. Sonuçta bu yün ne kadar ince olursa olsun vaktiyle bir koyunun giysisiydi, hala da öyle, daha matah bir şey değil. Altına da çok şaşırıyorlar; çünkü tamamıyla işlevsiz bir metal olduğu halde yeryüzünün bütün halklarınca insandan bile değerli görülüyor. Öyle ki, bir kütükten daha duyarsız, aptallığı ile ahlaksızlığı atbaşı giden mankafa bir adam sırf şans eseri yığınla altını var diye onca bilge ve onca iyi insanı hizmetinde çalıştırabiliyor. Ama kaderin oyununa gelip ya da yasaların azizliğine uğrayıp -yasalar en tepedekileri yerin dibine sokmakta kaderden aşağı kalmaz- serveti aile efradının en aşağılık serserisine geçtiği an, parasının yapışık ikizi veya uzantıymış gibi, kendisi de birdenbire kendi hizmetkarlarının hizmetkarı oluveriyor.
Her şeyin ötesinde en çok hayret ettikleri ve iğrendikleri, insanların çıldırmışçasına birer tanrı gibi zenginlere tapması, hem de sırf zenginler diye; yoksa ne onlara bir borçları var ne de onlardan kendilerine gelecek bir zarar ziyan. Ama aynı zamanda şunu da çok iyi bilirler ki, bu zenginler yaşadıkları sürece o tepeleme altın yığınlarından kendilerine zırnık koklatmayacak kadar da cimri ve açgözlüdürler.
Utopia'da kadınlar 18 yaşına basmadan evlenemiyor; erkekler buna bir 4 yıl daha eklemek zorundalar. En bilgeler bile evlendiklerinde güzel bir vücudu erdemli bir ruhun çeyizi olarak kabul ediyorlar. Hiçbir adam karısının rızası olmadan ve kendisine isnat edilen bir suçu bulunmadan, sırf bedensel bir kusuru var diye hiçbir koşulda boşanamıyor. Çünkü yardıma en çok muhtaç olduğu anda bir insanı terk etmek Utopialılara göre büyük zalimlik. Hele yaşlılık dönemindeki insana her zamankinden daha fazla vefa gösterilmelidir diyorlar; çünkü yaşlılık hem beraberinde hastalık getirir hem de hastalığın ta kendisidir.
Utopia'da çirkin ya da sakat bir insanla alay ederseniz, aşağılık ve rezil bir şekilde davranmış olduğunuzdan, alay ettiğiniz insanı değil de kendinizi gülünç duruma düşürmüş olursunuz. İnsanı kendi elinde olmayan kusuru için ayıplarsanız, sadece kendi budalalığınızı kanıtlarsınız.
Çok az sayıda yasaları var; çünkü öyle iyi kurumsallaşmışlar ki, bu az sayıdaki yasa onlara yetiyor da artıyor. Bu yüzden, cilt cilt hukuk kitabına ve bu kitaplar üzerine yazılmış sayısız yoruma sahip oldukları halde, bunların hala kendilerine yetmediğini söyleyen öteki halkları çok ayıplıyorlar. Çünkü, baştan sona okunmayacak kadar çok, herhangi birinin anlayamayacağı kadar da karmaşık olan bu yasalara insanlardan uymalarını beklemenin tam bir adaletsizlik örneği olduğunu düşünüyorlar. Ayrıca olayları ustalıkla çarpıtan, yasaları kılı kırk yararak tartışan avukatlardan da tümüyle arınmışlar. Herkesin kendi davasını kendisinin savunmasını ve maruzatını bir avukata anlatacağına doğrudan doğruya bir yargıca anlatmasını daha uygun bulurlar. Böylece laflar dolandırılmamış ve hakikate daha rahat ulaşılmış olacaktır. Avukatından meseleyi çarpıtma dersi almayan bir davacı, sadece olanı biteni anlatacak, yargıç da bütün dikkatiyle anlatılanları tek tek zihninde tartarak masum insanları düzenbazların oyunlarına karşı koruyacaktır.
Onlar anlaşmalara sadık kalınsa bile anlaşma yapma adetinin baştan kötü bir adet olduğunu düşünüyor. Çünkü bu adet insanların birbirlerinin düşmanı ya da rakibi olarak doğduklarını ve yasaklayıcı bir anlaşma yapılmadıkça da birbirlerini öldürmelerinin kendilerine tanınan bir hak olduğunu düşünmelerine yol açar. Bu, aralarında ufak bir tepe ya da dere gibi belli belirsiz bir sınır var diye bu sınırın her iki yanında kalan halkları birbirine bağlayan hiçbir doğal bağın olmadığını düşünmelerine benzer. Kaldı ki, anlaşma devreye girdikten sonra bile iki halkın arasında dostluk artacak diye de bir şey yok; anlaşmanın taslağını yazarken bu kadar öngörüsüz davranıldığı ve karşı tarafın hakkını korumaya yönelik anlaşılır bir ifade olmadığı sürece çalıp çırpma hakkı her zaman baki kalacaktır.
Onlara göre, doğanın dostluğu en güçlü sözleşmedir; insanları birbirine kopmaz bağlarla sıkıca bağlayan, anlaşmalardan çok iyi niyet, sözlerden çok içtenlikli bir sevgidir.
Savaşı tamamen hayvani bir şey olarak görüyorlar; ama savaşmaya insan kadar düşkün bir başka canlının olmaması da kanlarını donduruyor. Savaşta kazanılan onur kadar onursuz başka bir şeyin olamayacağını belirtiyorlar. Ancak kendi sınırlarını korumak, dostlarının topraklarını işgal eden düşmanları püskürtmek ya da zorbaca baskı altına alınan bir halka acıdıklarından onu bütün güçleriyle bu zorbanın boyunduruğundan ve zulmünden kurtarmak için savaş yapıyorlar.
Yaşam onlar için öyle bir çırpıda harcanacak kadar ucuz değildir; ama görevleri yaşamdan vazgeçmelerini emrettiği anda, açgözlüce ve aşağılık bir şekilde yapışılacak kadar da değerli değildir.
Onlar arasında eskiden beri süregelen bir yasaya göre, hiç kimse dininden ötürü suçlanamaz.
Tapınakları bir harika, muhteşem işçiliklerinin yanında, ancak birkaç tane olduklarından, aynı anda bir sürü insanı alacak kadar da devasa şekilde inşa edilmişler. Buna karşın hepsinin içi biraz loş, mimarlıkla ilgili bilgisizliklerinden kaynaklanmıyor tabi bu durum; rahiplerinin tavsiyesine uyarak böyle yaptıklarını söylüyorlar. Çünkü aşırı ışık düşünceleri dağıtır; az ve soluk ışıksa zihni toplar ve inanca daha fazla yoğunlaşmasını sağlar.
Dinsel ayinlerinde asla hayvan kurban etmiyorlar ve bütün varlıklara yaşamları için can bahşeden merhametli tanrının kan dökülmesinden ya da katliamlar yapılmasından hazzetmeyeceğini düşünüyorlar. Tütsüler yakıyorlar ya da başka türden hoş kokular saçacak şeyler, bir de bir sürü mum. Aslında tanrısal varlığın bunların hiçbirine; hatta insanın edeceği dualara bile ihtiyacı olmadığını biliyorlar; ama yine de bu zararsız ibadet şeklinden haz alıyorlar ve böyle güzel kokuların, ışıkların ve ayinlerin gizemli bir güçle insanları heyecanlandırdığına ve tanrıya daha coşkulu bir ruhla ibadet etmelerini sağladığına inanıyorlar.
Başka yerlerde herkes toplumdan söz eder durur; ama onların önem verdikleri tek şey kişisel çıkarlarıdır. Oysa Utopia'da kişiye özel meslekler olmadığından, herkes elinden geldiğince kamusal meslekleri icra etmeye çalışır. Utopia dışındaki toplumlarda, birkaç kişi dışında herkes bilir ki, ülkesi ne kadar zengin olursa olsun, kendi geçimini kendi başına halletmedikçe açlıktan ölecektir. Dolayısıyla bu acı gerçek onu, ötekiler dediği halkının çıkarından önce kendi çıkarını düşünmeye yöneltir. Buna karşın Utopia'da her şey herkesindir; kamuya ait ambarların dolu olmasına özen gösterildiği sürece hiç kimsenin kişisel olarak işine yarayacak herhangi bir şeyden yoksun kalacağına dair bir endişesi olamaz. Çünkü burada malların paylaşılmasında cimri davranılmaz, burada hiç kimse yoksul değildir, hiç kimse dilenci değildir, hiç kimsenin hiçbir şeyi olmadığı halde herkes zengindir.
Bütün endişelerden arınmış, neşeli ve dingin bir ruh haliyle yaşamak kadar büyük zenginlik var mı?
Utopialılar parayı ve para hırsını ortadan kaldırmakla ne büyük bir bela yığınından kurtulmuş, ne çok cinayetin kökünü kazımış! Çünkü para derdi bitince dolandırıcılıklar, hırsızlıklar, eşkıyalıklar, kavgalar, gürültüler, çekişmeler, isyanlar, cinayetler, ihanetler, zehirlemeler ve bu türden sadece geçici cezalar verebileceğiniz; ama asla önünü alamayacağınız bir yığın suçun da ortadan kalkacağını bilmeyen biri olabilir mi? Para ortadan kaybolduğu anda korku, endişe, tasa, sıkıntı ve uykusuz geceler de sona erer. Hatta yoksulluk, yani bizi paraya muhtaç kılan o biricik sorun bile, para tamamen ortadan yok olduğunda biter gider.
Utopia dışındaki halkların arasında zerre kadar adalet ve eşitlik göreyim, kafamı keserim. Ömrü boyunca hiçbir iş yapmayan ya da yaptığı işin topluma en ufak faydası olmayan bunca soylunun, sarrafın, tefecinin kah aylaklıkla, kah beş para etmez herhangi bir uğraşla kendini eğleyerek neşe içinde ve muhteşem bir yaşam sürdüğü bir toplumda hangi adaletten söz ediyorsunuz? Bu arada ırgat, arabacı, marangoz, çiftçi de bir yük beygirinin bile taşıyamayacağı kadar ağır yükü sırtlayıp dur durak bilmeden çalışıyor; üstelik ürettikleri de öyle zorunlu şeyler ki, bunlar olmadan bir toplum bir yıl bile zor ayakta kalır. Buna rağmen hepsi kıt kanaat geçiniyor, sefil bir yaşam sürüyor, yani neredeyse katırların bile yaşam koşulları onlardan kat kat iyi. İşçiler zaten beş parasızlar, sırf boğaz tokluğuna onca emek harcıyorlar, yetmiyormuş gibi bir de kıtlık içinde geçirecekleri yaşlılıkları akıllarına gelince kahroluyorlar. Çünkü bunların günlük kazançları o günü bile kurtaramayacak kadar az, hiçbir birikim yapamıyorlar, dolayısıyla yaşlılıkta geçim derdine düşmemek için o anki günlük kazançlarından bir şeyleri bir kenara koyacak durumları olmuyor.
Söyleyin şimdi; aylaklıktan, asalaklıktan ya da boş zevklerin mucitliğinden başka bir iş yapmayan soylu denen kesime, sarraflara ya da bu türden başka adamlara bunca nimet yağdıran, buna karşın toplumun olmazsa olmazı olan çiftçilere, madencilere, ırgatlara, arabacılara, marangozlara zırnık koklatmayan, tersine onların en verimli çağlarını en ağır işlerde çalıştırarak sömüren, yaşlandıklarında ya da ağır hastalıklara yakalanıp elden ayaktan düştüklerinde de onca uykusuz geçen gecelerini, onca hayırlı hizmetlerini bir kalemde silip onları sefil bir halde ölüme terk eden bir devlet hem insafsız hem nankör değil de nedir? Dahası, zenginlerin türlü hileye başvurup ya da kamu yasalarını kendi kitaplarına uydurup yoksulun o üç kuruşluk kazancından da her gün kendilerine bir şeyler yontması olacak şey mi? Her şeyi bir kenara bırakın, en başta toplumun pastasından en iyi dilimi hak edenlere minik bir lokma verilmesi büyük haksızlık; ama bir yasa çıkarılıyor ve bu haksızlık da kılıfına uyduruluyor, sonra da buna adalet deniyor.
Günümüzde büyüyüp serpilen toplumları gözümün önüne şöyle bir getiriyorum da; oralarda devlet adına ya da namına sadece kendi çıkarlarına hizmet eden zengin sınıfın entrikalarından başka bir düzen göremiyorum. Çünkü zenginler öncelikle türlü dalaverelerle ele geçirdikleri ve üst üste yığdıkları malları nasıl hiç kaybetmeden korurum endişesi içindeler; bu konuda her türlü yolu, her türlü kurnazlığı deniyor, bunun üzerine kafa yoruyor, ardından da yoksulun ürettiklerini ve emeğini olabildiğince ucuza kapatmanın yollarına bakıp onu iliğine kemiğine dek sömürüyor. Sonra da bu dalaverelerin toplumun çıkarı için -buna yoksul kesim de dahil tabi- gözetilmesi gerektiğini buyuruyorlar; böylece hepsi anında yasa oluyor.
ayrıca bakınız: http://tr.wikipedia.org/wiki/Thomas_Moore