AK Parti 2002’den başlayarak, ama en çok da 2007
yılındaki cumhurbaşkanlığı krizi akabinde bir güven oylaması niteliğinde
girdiği seçimde aldığı %47 oyla, kalıcılaşarak Türkiye siyasetinde %50 bandında
bir kitleselliğe ulaştı ve bu süreçte ikinci parti konumuna yükselen CHP’nin
iki katı civarı hatta onu aşan oy oranını istikrarlı şekilde korudu. AK Parti
ve diğerleri arasındaki uçurum partiyi hegemonik ve iktidar alternatifi olmayan
bir noktaya taşıdı. AK Parti’nin yenilmezlik ve kalıcılaşmışlık algısı
muhaliflerini geniş ve travmatik bir umutsuzluğa sevk etti. AK Parti 2015
Haziran seçimleriyle bir krizle karşı karşıya gelirken %41’e inmiş oranını
tekrar-seçimde, iki seçim arası değişen konjonktürden faydalanarak, %49,5’a
taşıyarak bu badireyi de savuşturmuş oldu.
2015 sonrası ise, her ne kadar yıpranmışlık
partiyi etkilemekteyse de, rakiplerinin katılaşmış siyasal pozisyonları sebebiyle
oy çekme kapasite derinliğinden yoksunluğu sayesinde bu oy oranını aşağı yukarı
koruyabilme imkanını korudu. %10 barajı yeni partilerin ortaya çıkmasını
engellerken mevcut partilerin keskin ideolojik omurgaları birbirlerine oy
geçişini çok kısıtlı kılıyordu. AK Parti seçmenini alternatifsizlik sayesinde
bir nevi hapsetmişti. Bu özgüvenle AK Parti, Tayyip Erdoğan’ın da uzun zamandır
arzuladığı şekilde parlamenter düzendeki gücünü daha arttırmak, kısıtlardan
kurtulmak için başkanlık sistemine geçme yönünde hamle yaptı.
Parlamentoda anayasaya değişikliğine elveren istenen
çoğunluk sağlanamadığı için bu değişiklik referanduma gitmek durumunda kaldı.
Bu referandum AK Parti ve Erdoğan için büyük riskler taşıyordu. Her ne kadar
iktidarı kaybetme riski taşımıyorsa da bu referandum bir güven oylaması niteliğine
bürünüyor ve bir nevi müstakbel başkanlık sisteminde ihtiyacını duyacak %50 +1
oranını test ediyordu. Her ne kadar referandum geçse de sağlanan MHP desteğine
rağmen referandumun ancak %51,5 ile geçmesi konsolide edilmesi umulan oranın
oldukça altında kalmıştı. Bir nevi başkanlık sistemi sakat, en azından kusurlu
doğmuştu.
AK Parti kalemleri uzun süre Türkiye siyasetini %75-25
ikiliğinden okuyagelmişti. Bu “sosyolojik okumaya” göre Türkiye toplumuna
dışarlıklı ve yabancı olan seçkinci bir zümre CHP’nin tabanını oluştururken,
geriye kalan mutlak çoğunluğunu oluşturan %75 popülist insiyakla “halk” olarak CHP’li
zümrenin tam karşısında konumlanıyordu. Bu %75 doğrudan AK Parti’ye oy veriyor
değildi ancak AK Parti’nin çeperini, mücavir alanını oluşturuyordu. MHP ve HDP
tabanlarının temsil ettiği sınıfsallık ve kültürellik CHP’nin zıddına tekabül
ettiğinden bu partiler ve yaslandıkları “sosyoloji” AK Parti’nin mücavir
alanına düşmekte ve sosyolojik ve tarihsel anlamda onları doğal müttefikler
haline getirmekteydi. Kürt partileri Kemalist-vesayetçi CHP’nin Kürt kimliğini
inkarcı politikalarından (ki bu inkarcılık CHP ve temsil ettiği zihniyetin
toplumsal gerçekliği inkarının yansımalarından biriydi), MHP ise yine CHP ve
temsil ettiği zihniyetin toplumsal ve kültürel inkarcılığının odaklarındandı. Dolayısıyla
MHP, AKP’nin büyük ağabey konumuna yükseldiği sağdaki küçük kardeşti. MHP’nin
hırçın, asabi, kavgacı refleksleri ve etnik siyaseti metasiyasal düzlemde AK
Parti ile bir ortaklaşma olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Sadece yontulması ve
İslam kardeşliğinden çok etnikçiliğe eğilimi törpülenmesini gerekiyordu. Aynı
şekilde Kürt partileri de Kemalist vesayete karşı kaçınılmaz olarak “AK Parti
Türkiyesi”ne meyilli oldukları gibi dindar Kürt kitlelerin “yanlış bilinç”
sebebiyle sosyalist HDP’ye teveccühü er ya da geç sona erecek, AK Parti’ye
akacaktı. Zaten Barış süreci aslında bu “doğal yakınlığı” kalıcı bir ittifaka
taşımak projesi de öngörüyordu ki sürecin sonuçta umulanın aksine HDP Kürtler
üzerinde daha zayıflamış değil daha güçlenmiş hale geline AK Parti cephesinde
büyük hayal kırıklığı yaşanmıştı. Barış
sürecinin sona erişinin ardından ise bu sefer ideolojik olarak tam zıt bir
kanaldan yeni bir kalıcılaşmış ittifak ve bütünleşme öngörüldü: MHP ile büyük
sağı bir blok haline getirmek.
Ancak bu kurgunun ilk çalışmadığı moment 2017
referandumu oldu. Düz matematikle AK Parti + MHP oyu %60-65 aralığına ulaşırken
referandumda bu aralığın çok altına düşüldü. MHP tabanının önemli çoğunluğu
referandumda Hayır demeyi tercih ederek partilerin tavrına karşıt oy
kullanmıştı. MHP’nin sağcılığı AK Parti’nin tanımladığı sağcılıkla istendiği
kadar uyuşmuyordu.
Referandumun geçmesi bir yandan muhalefet
cephesinde büyük bir travmaya yol açarken, bir taraftan da Erdoğan ve AK
Parti’nin bu kadar asıldığı bir noktada seçmenin hemen hemen yarısının Hayır
demesi utangaç bir iyimserliği de uyandırıyordu. Ancak referandumda muhalefetin
hanesine yazılan asıl teselli İstanbul ve Ankara’da Hayır çıkmasıydı. Özellikle
İstanbul’da Hayır çıkması anlamlı bulundu zira İstanbul, Erdoğan’ın hikayesinin
başladığı ve kendi hikayesini dayandırdığı odaktı. İstanbul aynı zamanda
Türkiye siyasetinin tüm renkleri ve çoğulculuğuyla sıklet merkeziydi. Bu
iyimserlik bu anlık yenilgiye rağmen İstanbul’un Türkiye’nin kısa ve orta
vadeli geleceğini temsil etmekte olduğundan siyasetin istikametine dair bir
işaret göndermekteydi.
Bir yıl sonraki 2018 seçimleri de, her ne kadar
referandumdaki sonuçların gerisine düşüldüyse de, yine de istikameti teyit
etti. Yavaş yavaş 2002-2017 arası Kıyılar-İç Anadolu ya da Trakya-Ege vs.
Anadolu tezadı büyük şehirler vs. taşra haline gelmekteydi. Referandumda Antalya’daki
%59, Adana’da %58, Mersin’deki %64 oy oranı Akdeniz’i Kıyı Ege kadar AK
Parti-karşıtı bloka yerleştiriyordu. Burada karşımıza çıkan (önemli ölçüde Arap
Alevisi oyuna dayanan Hatay’daki %54,5 Hayır oranı dışında) Ege’deki gibi CHP
eksenli bir blok değil milliyetçi seçmen ve Kürt seçmenin (zaten kayda değer
CHP oyunun üzerine binerek) toplamının bu derecede bir yekun oluşturmasıydı.
Yani karşımıza çıkan sadece iki benzemez değil iki hasımın sinerjisiydi. İşte
CHP böyle bir bloku yönetebilecek bir odak olarak kendine paha biçilmez bir
alan buluyordu.
2019 yerel seçimleri bu bakımdan bu sefer tam
olarak iki bloklu sistemin test edildiği bir süreç oldu: Bir tarafta AK Parti
ya da Erdoğan’ın şahsı tarafından taşınan sağ ittifaka karşı CHP’nin ana
gövdesi olduğu evrensel anlamıyla tam uygun düşmese dahi seküler esasa dayanan
sol blok. Kuşkusuz bu muhalefet blokuna ne kadar sol denebileceği
tartışmalıdır. Burada paylaşılan ortak payda kesif bir Erdoğan, AK Parti ve sağ
ittifaka ve temsil ettiği değerlere karşıtlıktır. İki farklı ve birbirileriyle
uzlaşmaz Türkiye tahayyülü. Bu hissiyat AK Partililerce “karşıtlıktan bir
siyasi pozisyonun teşekkül edemeyeceğine”, bunun sürdürülemeyeceğine ve
yürütülemeyeceğine dair eleştiri ve istihzalarla karşılandı. Bu aynı zamanda mayınlı
bir zemindi. Referandumda sadece Hayır demek için bir araya gelmiş bir blok aynı
adaya ve CHP çatısına oy verebilecek miydi?
İşte 2019 yerel seçimleri bu bakımdan bu blokun, pekala
kalıcı, kurumsal ve hakiki olabileceğini göstermiş oldu. Adana, Antalya gibi
Türk milliyetçiliğinin ve Kürt nüfusun fazlasıyla görünür ve etkin olduğu büyük
şehirlerde İYİP’lilerle HDP’liler aynı adaya oy verebildi. Aynı sinerji
Ankara’nın ve esas olarak İstanbul’un kazanılmasını da getirdi.
Bu ittifakı mümkün kılan ortak makuliyetin ana akım zeminiyse keskin sağ ile keskin solun
soğutucusu olan CHP oldu. İlginçtir İYİP tek bir il kazanamadı ve Millet
ittifakını temsil ettiği ve referandumda belirgin farkla Hayır çıkmış üç büyükşehrin
(Manisa, % 54,5, Denizli, % 55,5, Balıkesir, %54,5) üçünü de kaybetti. Düz
matematik bu illerde çalışmadı. İYİP’in haliyle çekemediği Kürt oyları (Manisa
dışında) düşüktü. Bu bir neden olmakla beraber yeterli neden değildir. Farklı
(başta partinin boğulduğu maddi yetersizlikler olmak üzere) ve daha reel
politik nedenler öne sürmek mümkün olmakla beraber, İYİP’in bir karşı-blokun
gövdesi olmayı üstlenebilecek hüviyeti edinememesi de sayılmalıdır. İlginçtir
tam da Meral Akşener’in 24 Haziran seçimleri öncesi muhalefet blokunun adayı
olarak Erdoğan’a karşı kendisinin ortak adaylığının başarısı şansının daha yüksek
olduğu iddiası adeta bu seçim sonuçlarının tahlilinde tamamen yanlışlanmış
gözükmektedir. CHP, Millet ittifakının temsilcisi olarak çıktığı yerlerde başarıyla
süreci sonlandırırken İYİP sadece kazanma şansının yüksek olduğu yerlerde değil
şansının zaten düşük olduğu illerde de (Gaziantep, Kocaeli, Samsun) benzer bir
sinerjiyi yakalamaktan uzak kaldı. İlçelerde dahi benzer durumu gözlemlemek
mümkündür. İlçeler bazında da İYİP’in başarısızlığı gözler önündedir. Bu
başarı/başarısızlık kısmen İYİP ve CHP’nin örgütsel kapasitelerinden
kaynaklanmış olmakla beraber kısmen de CHP’nin bir blok olarak muhalefetin
siyasal, ideolojik ve kültürel omurgasını temsil etmesii ve onun doğal sıklet
merkezi olmasından da kaynaklanmış olmalıdır.
Aslında Türkiye’de ittifak tahayyülünü, aynı parti
içinde birbirleriyle çelişik derecede uyumsuz farklılıkları, tek parti içinde
de olsa eritme, AK Parti’nin örgütlediği ve başardığı bir vizyondu. Öyle ki AK
Parti 2002’den başlayarak aynı pota içinde Kürtleri, İslamcıları, dini
cemaatleri, milliyetçi-muhafazakarları kapsarken; aynı anda hem
milliyetçi-muhafazakar duyarlılıkları kapsama ve temsil etme kabiliyetine hem
de milliyetçi-muhafazakarlar için kabul edilemez liberal demokrat siyasaları ve
Kürt açılımlarını yürütme-dillendirme kapasitesine sahip olagelmiştir. AK Parti
bu bakımdan ABD’deki Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Parti gibi bir çatı-partisi
olabilmiş; geniş bir kitleyle, onların çatışık öncelik ve değerlerini aynı anda
kapayabilmiştir. Aynı dönemde Baykal CHP’si ise tek ve keskin bir fikriyatın
taşıyıcılığını üstlenirken partinin önceki on yıllardaki esnekliği tamamen yok
edilmiştir. AK Parti Isaiah Berlin’in tilkisiyken, CHP Berlin’in (tek görevini
de pek beceremeyen) köstebeği olmuştur. Ulusalcı CHP, değil daha geniş sosyal
alanlara açılmak, oyuna sahip olduğu % 25’lik kitlenin dahi farklılıklarını ve
çoğulculuklarını yansıtmaktan imtina etmiştir.
CHP’nin başına 2010 yılında Kılıçdaroğlu’nun
gelmesiyle ise parti eşzamanlı farklı açılımlara yönelmiş, parti aynı anda
sosyalist sol çeperinden liberallere ve merkezcilere varıncaya kadar bir çok kesime
el uzatmaya çalışmıştır. Daha geniş bir alana çatı germeye çalışmıştır. Bu
çabaların oy getirisi ise umulanın aksine olmamış, CHP umduğu sıçramayı
yapamamış, değil %30’u zorlamak, %25 civarına demirlemeye devam etmiştir. Ne
Sezgin Tanrıkulu gibi Kürt siyasetinden isimlere yer vermesi ne de sağ kesimden
insanlara yer açılması partiye istenen oy genişlemesini sağlamıştır.
Ancak ilginçtir CHP bu sürecin faydasını gecikmeli
olarak görmeye başladı. Başkanlık sistemine geçiş sürecinde MHP-AK Parti birlikteliğini
%10 barajını düşürmeden sağlama kaygısıyla yasalaşan ittifaklara imkan tanıyan
düzenleme CHP’nin İYİP ve Saadet Partisi’yle yasal ittifaka girmesini mümkün
kılarken yukarıda bahsedilen üç beş yıllık birikim önünü açmış oldu. Ancak daha
netameli bir fiili anlayış birliği HDP ile tesis edildi.
Bu yakınlaşma haliyle çok sert tepkiler aldı. AK
Parti-MHP birlikteliği için bu çok verimli bir taarruz alanı oluştururken fikren
bir çok bakımdan uyumsuz olan AK Parti-MHP yakınlaşması tam da bu husumet üzerinden
konsolide edilebildi. Bu birliktelik ortak düşman üzerinden anlamlı kılınabildi.
Ancak daha öfkeli tepki elbette CHP’nin ana fikri omurgalarından ulusalcı
damardan geldi. Katı ulus-devletçi ulusalcılık CHP’nin sabiti olarak tavizsiz
bir Kemalizmi öngörürken bu sabitten herhangi bir farklılaşma ihanetle
eşdeğerdi. CHP’nin bu yumuşak karnı ve CHP tabanında ciddi karşılığı olan bu
refleks CHP ile HDP arasındaki anlayış birliğinin kırılganlığını ortaya koyuyor
ve sürdürülebilirliğini sorgulatıyordu. Üstelik öte taraftan CHP, İYİP ile
ittifakını da sürdürmeye mahkumdu. Bu üç benzemezin aynı ipte oynaması ise çok
akılları kesen bir imkan değildi. Burada ise CHP bir tür “sessiz odak” oldu.
Sessizden kastedilen ise gerektiği zaman gerektiği kadar duymayan, görmeyen,
bilmeyen üç maymunu oynayarak idare etme, gerektiğinde de dengeli ama sarih
tavırlar alma davranışları bütünüdür.
31 Mart 2019 yerel seçimlerine bu uzun yıllara
yayılmış sürecin omuzlarında girildi. Bu seçim CHP’ye öncesiz ve benzersiz bir
imkan sunuyordu: AK Parti’ye karşıt blokun tüm oylarına talip olmak. Ancak
yukarıda da izah edildiği gibi bu söylendiği kadar kolay değildi. 2017
referandumda bir pusulaya Hayır atmakla bir adaya kefil olarak oy atmak
kategorik olarak birbirinden çok farklı iki tavırdır. Bir düzenlemeye ülkücü
de, HDP’li de Hayır oyu atarken kendine dair bir tavır ortaya koyarken
“kendinden” olmayan bir adaya oy vermek çok daha farklıydı. Hayır oyu vermek
pasif bir eylemken bir yerel seçim ittifakında bir adayda ortaklaşmak aktif ve
isteksiz bir müttefikliği zorlamaktadır.
Buna rağmen ortak CHP adayı formülü bunu büyük
ölçüde başarmış gözükmektedir. Bu sürecin oldukça başarılı yönetildiğine 31
Mayıs yerel seçimlerinde CHP’nin metropollerdeki başarısıyla şahit olduk.
Özellikle hem Kürt seçmenin, hem de milliyetçi seçmenin yoğun bulunduğu Antalya,
Mersin ve Adana sonuçları bunu en sarih şekilde gözler önüne serdi. CHP, Kürt
seçmenin sonuca etki edecek oranda bulunduğu metropollerde (Antalya, Adana,
Mersin, ihtiyaç olmasa da İzmir, hatta Bursa ve Hatay) ciddi başarı sergilerken
İYİP’in ise büyükşehir kulvarında yarıştığı Balıkesir, Denizli ve Manisa’nın
üçünü de kaybetmesi bu destekten yoksunluğun maliyetini gösterdi. Manisa ve % 1
ile kaybedilen Balıkesir’de eğer ittifakın adayı CHP olsaydı, bu illerdeki
milliyetçi oyların gücüne rağmen CHP yarışsaydı pekala daha başarılı
olabilirdi.
Ancak kuşkusuz bu blokun CHP’ye en büyük mükâfatı
% 0.2 ile kazanılan İstanbul oldu. İstanbul’un sadece kontrol ettiği bütçe ile
değil Türkiye’nin tüm dinamiklerini barındıran ve yansıtan bir mikrokozmos
olmasıyla, siyasete insan sermayesi sunmasıyla, reel ekonomin, çarkların
gerçekten döndüğü nadir coğrafyalardan olmasıyla Türkiye siyasetinin kalbidir. İstanbul’un
ise mevcut konjonktürde %12 civarında HDP oyu olmadan kazanılması ise mümkün
gözükmemektedir. Öte taraftan İstanbul’da zayıf olmakla beraber Ankara’yı
kazandıran ise Ankara’da yoğun şekilde yerleşik Orta Anadolulu MHP kökenli
seçmen oldu. Mansur Yavaş’ın şahsında doğal taşıyıcılığını bulan “Ankara
ittifakı” da bu şekilde %51’i bulabildi. Beklentinin aksine bu ittifakın sıklet
merkezi olan İç Ege hilalinde (Isparta, Denizli, Uşak, Balıkesir) umulan başarı
gelmemekle beraber Bilecik, Bolu, Kırşehir gibi şehirlerde CHP’nin kazanmasında
da bu ortaklaşma müessir oldu. Ancak asıl büyük tescil edilen paradigma,
yukarıda vurgulandığı üzere, AK Parti’nin taşrada oy oranını önemli ölçüde
koruyabilse dahi başta İstanbul olmak üzere metropollerdeki zayıflığının kalıcı
olduğunun aşikarlaşmasıydı.
Yazıda aslında çıplak gözlerin gördüğü bir süreç
özetlenmiş oldu. Bir blokun yarım on yıla yayılmış kurulma ve oturma süreci
değerlendirildi. Bu blok yapıcı olmaktan çok yıkıcıydı. Yani bir ortak inşadan
çok bir ortak husumet üzerinden şekillendi. Bu bakımdan bu durum blokun
sınırlarını oluşturmaktadır. Ancak öte yandan bir kültürel fay hattına
yaslanmasından dolayı bir sosyal dayanağı temsil etmektedir. Zira buradaki
husumet şahsi ve konjonktürel değil kültürel ve ontolojiktir. Kırılgan olmakla
beraber cari Türkiye siyasetinde ve sistemin bloklaşmaya yönelttiği bir ortamda
bir gerçekliğe tekabül etmektedir.
Türkiye 2000’lerle beraber bir kültürel savaşa
itilirken AK Parti ve Erdoğan’ın hesabı buradaki ikiliğin %70 – %30 oranında
şekilleneceğiydi. Zaten AK Parti aslında 2002’den itibaren İslami siyasetin/Milli
Görüş geleneğinin ağabey olduğu ama daha geniş bir sağ havzayı katman katman
kapsayan bir blok inşasıydı. CHP’nin de kolay marjinalize edilmesiyle geri
kalan %70 AK Parti’nin kültürel habitusunun yaşamsal tehlike ve tehdit arz
etmeyen mücavir alanı olacaktı. AK Parti’ye yönelmese dahi nötralize olacaktı. Ancak
Türkiye 2017 referandumundan 2019 yerel seçimlerine kadar, tam denk gelmese de,
%50’ye yakınsayan iki blok arasına sıkışmıştır (ki MHP’nin reel politik
hesaplardan öte ne kadar bu kültürel yarılmanın sağ tarafında konumlanabileceği
şüphelidir). Haliyle Türkiye bu kadar devasa bir yarılmayı taşıyamamaktadır. Huzursuzluk
ve dehşet iklimi yarılmanın her iki tarafı tarafından da gündelik olarak
yaşanmaktadır. Başkanlık sistemi AK Parti cenahında bu yarılmayı kendi cenahı
lehine sürdürülebilir bir %55-45 dengesi üzerinden nötralize etme girişimiydi.
Ancak gözüken bu sistem Türkiye’yi kalıcı bir yarılmaya teslim etmiştir. %51
ile %49 yönetilememektedir zira demokrasilerde temsiliyet ve meşruiyet aritmetik
toplamlar değildirler. Bu bloklar da bir bakımdan sürdürülebilir değildir çünkü
her iki bloka da üzerinden kalkamayacağı kadar stres bindirmektedir. Bu kadar
stresi ise Türkiye ne kadar kaldırabilecektir, göreceğiz.
https://daktilo1984.com/2019/04/27/31-mart-yerel-secimlerine-genis-bir-bakis-2002-2019-bloklar-arasi-baglanti/