Türkiye’de sosyal bilim yayıncılığını
çevirmen gözüyle ele almak, değerlendirmek gerektiğinde, konunun
bütününü kapsayabilecek verilerden yoksun olduğumu düşünürken, kendi
öznel deneyimimi bir sosyal bilim nesnesi olarak görmenin, yani kendi
çeviri serüvenimi sorunsallaştırmanın, buradaki ampirik verilerden yola
çıkarak bir değerlendirme yapmanın mümkün olabileceğini düşündüm. Aynı
dönemde 200. çeviri kitabım da piyasaya çıkmıştı, dolayısıyla bu öznel
serüvenin oldukça geniş bir zaman dilimini ve hem nicelik hem de nitelik
bakımından sosyal bilimlerin hemen hemen her alanını kapsayan bir
örnekleme sunabileceğini fark ettim.
Bu verilere girersek:
Yayımlanmış ilk çeviri kitabımın
tarihi 1992’dir. 2015’in kasım ayı itibarıyla, yani yaklaşık 23-24 yıl
içerisinde yayımlanmış toplam çeviri kitaplarımın sayısı 200’ü
geçmiştir. 200 sayısını veri alırsak, bu kitapların sadece biri
İngilizce’den, edebiyat metni olan altısı ise Portekizce-Fransızca
çiftdilli metinlerden yararlanarak çevrilmiştir. Dolayısıyla, aslında
biri hariç hepsinin Fransızcadan çevrildiği söylenebilir. Bu kitapların
114’ü sosyal bilimler diye adlandırılabileceğini düşündüğüm, felsefe,
sosyoloji, siyaset bilim, iktisat, psikoloji gibi geniş bir alana
dahildir. Kitap adlarını belirtmeden, çevirdiğim bazı yazarları
sıralarsam: Louis Althusser, Gaston Bachelard, Alain Badiou, Georges
Bataille, Jean Baudrillard, Henri Bergson, Maurice Blanchot, Pierre
Bourdieu, Hamit Bozarslan, Robert Castel, Cornelius Castoriadis, Gilles
Deleuze, Michel Foucault, René Girard, André Gorz, Pierre Grimal, Felix
Guattari, Michel Henry, Pyotr Kropotkin, Paul Lafargue, Henri Lefebvre,
Emmanuel Levinas, Michael Löwy, Pierre Macherey, Odile Moreau,
Pierre-Joseph Proudhon, Enzo Traverso, Raoul Vaneigem, Paul Veyne,
Annette Wieviorka… bu isimler arasındadır.
Bu süre içerisinde 114 kitabın sadece
13’ü yeni baskı yapabilmiş; bunların da üç ya da dördü iki baskının
üzerine çıkabilmiştir. Dolayısıyla, geriye kalan yaklaşık 100 kitap bu
23-24 yıl içerisinde ilk baskılarını bile tüketememişlerdir. Kimilerini
piyasada, kitapçı raflarında bulmak artık imkânsızdır. Kitabın baskı
yapması derken, şunu anlamak gerekir ki, bir kitap en fazla 2000 adet
basılmaktadır, kimilerinin 1000 adet basıldığı da olmuştur. Dolayısıyla
söz konusu tarihler arasında 70-80 milyon nüfuslu bir ülkede 2000 adet
bile satmamış ya da ikinci baskı yapmışsa demek ki 2000 adedi biraz
geçmiş kitaplardan söz etmekteyiz.
Sosyal bilim kitaplarının okunurluğu
sorunu elbet çok katmanlı bir sorundur. Öncelikle bu metinlerin kaynak
dilde ne kadar basılıp okunduğundan başlamak üzere, hedef dile ne ölçüde
doğru ve düzgün aktarılabildiğine, ya da hedef dilde bu alanlarda özgün
düşünce üretiminin ne ölçüde yaygın olduğuna, bu tür metinleri
alımlayan bir kitlenin varlığına ya da yokluğuna dek uzanan geniş bir
panoramaya bakmak gerekir.
Bu konuda beni asıl ilgilendiren,
merakımı uyandıran, bu türden kitapların özellikle akademik bir ilgi
alanına sıkışma halinin nasıl aşılabileceğidir. “Okur” denen kişiyi,
aslında hepimizi merak ediyorum. Örneğin, sekiz saat bir iş yerinde
çalışıp en az bir saat de yolda geçirdikten sonra, eve döndüğünde, yemek
yemek ve ailesiyle ya da arkadaşlarıyla birlikte olmak dışında,
televizyon, internet, cep telefonu gibi oyalayıcı aletleri de bir yana
bırakıp, kitap okumak isteyen kişi, nispeten kolay okunur bir edebiyat
metnini değil de, mesela bir Foucault kitabını okumayı tercih edebilir
mi? hatta bir de kâğıt kalem alıp notlayarak okumaya başlayabilir mi?
Yaşadığımız hayatlar, tam da bu hayatları ele alan sosyal bilim
metinlerini alımlamaya ne ölçüde imkân tanıyor? Bu sorulara olumlu bir
yanıt bulabileceğimiz kanısında değilim. Bu imkânsızlık önümüzde
durdukça, sanırım bu tür kitapların göreceği ilgi de üç aşağı beş yukarı
pek değişmeyecektir. Ama Jacques Rancière’in La nuit des prolétaires‘de, yani Proleterlerin Gecesi adlı
eserinde sözünü ettiği, tavan aralarında gece vakti metafizik sorunları
tartışan, okuyan işçiler, ya da 1970’li yıllar Türkiye’sinde on
binlerce nüsha basılan ve satılan Marksist klasikler, toplumsal-tarihsel
metinler hatırlarımızdadır. Metnin hayatla temasa geçebilmesi, bir
eylem aracı halini alabilmesi ya da hayattan kopması, bir tür üst-dile,
akademiye, dar bir çevrenin iletişim diline kapanıp kalması, sanırım
sosyal bilimin bizzat kendi üretimine dair üzerinde durması ve çözmeye
uğraşması gereken temel sorunlardan biridir.
Toplumsal yapı ve süreçleri
ilgilendiren bu soruları unutmadan, bir kenara bırakıp, yine yayın ve
çeviri alanına geri dönersek, üzerinde durmak istediğim konuyu daha net
belirtebilmek adına, ben yine kendi ampirik verilerime bakmak istiyorum.
200 çeviri kitaptan söz etmiştim.
Bunların 114’ünü sosyal bilim kategorisi altında sınıflandırdım. Geriye
kalan 86 kitap ise edebiyat alanına girmektedir. Çevirdiğim edebiyat
kitaplarının yazarları arasında kimler var, bunu da kısaca belirtmeye
çalışayım. Örneğin, Muriel Barbery, Simone de Beauvoir, Léon Bloy,
Marguerite Duras, Alfred Jarry, Tahar Ben Jelloun, Fernando Pessoa,
Antoine de Saint-Exupery, José Saramago, George Semprun, Stendhal, Jules
Verne…
Türkiye’deki yayıncılık ve çeviri
süreci açısından asıl önem taşıdığını düşündüğüm nokta burada ortaya
çıkmaktadır. Batı’daki yayın dünyasında görebildiğim, izleyebildiğim
kadarıyla, örneğin Nietzsche’yi Fransızcaya aktaran bir çevirmenin bir
de Hegel çevirdiğine pek rastlanmaz; hele ki kalkıp bir de Goethe
çevirdiği sanırım hiç görülmez. Burada, Türkiye’de, en azından kendi
deneyimimden yola çıkarak söyleyebilirim ki, çevirmen “ne iş olsa yapan”
konumundadır. Uzmanlaşmanın, uzmanlığın elbette kendine has sorunları
vardır, ancak çevirmenin salt bir kafa emekçisi konumunda kalarak
emeğini satar olması, hem sektörün niteliğini göstermesi açısından hem
de çevirmenin içinde bulunduğu durumu örneklemesi açısından bence
önemli. Bu koşullarda, sosyal bilimlerdeki çeviri eser sayısı artsa da,
nitelikli ürünlerin ortaya çıkması oldukça zor.
Kendi deneyimimden çıkarttığım bu
sonuçlar ışığında, sosyal bilimin de sanırım asıl odaklanması gereken
konu, Türkiye’de çevirmenin bir prekarya olarak toplumsal statüsü
sorunudur. Bu sorun çözülmedikçe, çeviri kalitesi, dil, içerik, üslup
gibi kitaba dair sorunları konuşmak lüks kaçacaktır.
Türkiye’de tam zamanlı olarak
çeviriyle uğraşan, başka hiçbir gelir kaynağı olmayan, yani “profesyonel
kitap çevirmeni” denebilecek insan sayısı son derece azdır.
Çevirmenlerin büyük bölümü, yan iş olarak çeviri yapmakta, dolayısıyla
meslekte kalıcılık, mesleki eğitim, uzmanlaşma gibi süreçler bu alanda
pek bir işlerlik taşımamaktadır. Aslında burada bir paradoks vardır:
Türkiye’de yayıncılık esasen çeviri kitap üzerinden yürüdüğünden
yayınevleri profesyonel çevirmene ihtiyaç duyar, dolayısıyla hayatını
sadece çeviriyle sürdürebilme koşullarını çevirmene sağlamak
yayıncılığın nitelikli biçimde sürmesi açısından önemlidir. Ancak bunun
maliyetini üstlenmek istemeyen yayınevleri sürekli yeni başlayan
çevirmen bulup bunlara ucuza kitap çevirtmeyi, böylece piyasaya bol
miktarda ve niteliksiz kitap akışı sağlayarak kendi kârını arttırmayı
tercih etmektedirler. Bu durum bir meta olarak kitabı yaygınlaştırsa da,
bir noktadan sonra birbirinin aynı kalitesizlikte malların raflarda yer
aldığı süpermarket mantığının yayıncılığı da ele geçirdiği görülebilir.
Dolayısıyla, çevirmenlik, (kitapla
ilişkide olma isteğiyle) yan iş olarak ya da (maddi imkân sağlama
amacıyla) geçici bir süre boyunca çeviri yapan, çoğunluğu üniversite
öğrencisi gençlerin uğrak alanı olur. Veyahut, özellikle sosyal bilim
alanında CV’ye katkısı olsun diye bir iki kitap çevirip sonra da
çeviriye bulaşmayan akademisyenlerin gelip geçtiği bir meslek olur.
Profesyonel kitap çevirmenlerinin son derece sınırlı sayıda insanı
kapsamasının temel nedeni Türkiye’de çevirmenin mesleki statüsünün
yokluğudur. Kitap çevirmeni, devletin ya da herhangi bir kurumun
sağladığı yasal güvencelerden yoksundur, sosyal sigorta, sosyal güvence,
emeklilik, ücretli izin, tatil gibi hiçbir yasal hakkı yoktur. Kamusal
hak ve statülerden yoksun olan çevirmen, çevireceği her kitapla ilgili
olarak yayınevleriyle geçici bir sözleşme yapmak, kitabı teslim
ettiğinde de parasını alabilmek için genellikle yayınevinin peşine
düşmek durumunda kalır. Çevirmenin hakkını alamadığı durumlara dair çok
sayıda anekdot hep anlatılır. Her şeyin yolunda gittiğini, karşılıklı
olarak sözleşme ilkelerine uyulduğunu varsayalım. Peki bu durumda
ücretlendirme nasıl olur? Kabaca bir örnek verirsem: Bugün Türkçeye 300
sayfalık bir sosyal bilim kitabı çevirdiğiniz zaman, bu kitabın mesela
1000 adet basılacağını (ki bu tür kitapları artık neredeyse kimse 2000
adet basmamaktadır) ve 30 liradan satılacağını varsayarsak, ve
yayıneviyle Çevirmenler Birliği’nin koyduğu asgari sınır olan brüt yüzde
yedi üzerinden anlaştığınızı da düşünürsek, devletin yasal vergi ve
kesintileri düşüldüğünde elinize geçecek miktar net 1350-1400 TL olur.
Tam zamanlı çalışan bir çevirmenin, 300 sayfalık bir kitabı gecesini
gündüzüne katarak ve hakkını vererek yaklaşık 3 ayda çevirebileceğini
düşünürsek, bu üç ay boyunca ayda 500 TL’yi bulmayan bir gelirle
geçinmeye çalıştığını varsaymak durumundayız. Diğer yandan, bu parayı
çeviriyi teslim ettikten sonra alacağından o ilk üç ayı nasıl geçireceği
aslında meçhuldür. Tabii ki böyle bir rakamla, tek bir kişi bile olsa,
parkta da yaşasa bir çevirmenin varlık sürdürebileceğini hayal bile
edemeyiz. Öte yandan, aynı işi örneğin Fransa’da yapan bir çevirmen,
sayfa başına ortalama bir hesapla 20 Euro kazanmaktadır; dolayısıyla
verdiğimiz örnekte çevirmenin toplam geliri 6000 Euro, yani 18.000 TL
civarındadır. Elbette böyle bir karşılaştırma yaparken Fransa ile
Türkiye arasındaki tüm farkları göz ardı etmek mümkün değildir. Ancak
Türkiye’de 300 sayfalık bir sosyal bilim kitabı çevirecek kişinin eline
geçecek paranın, vasıfsız bir işçinin kazanacağı aylık asgari ücretin
altında olduğunu söylemekle yetineceğim.
Çevirinin uzmanlık gerektirmesine ya
da zorluğuna göre bir ücret artışı, bildiğim kadarıyla Fransa’da
mevcutken, Türkiye’de böyle bir uygulamanın olmaması, salt sayfa
sayısına bakılması çevirmeni elbette daha rahat çevrilir, daha kolay
metinlere yöneltir. Çevirmen, örneğin 300 sayfalık çok-satar tarzda bir
roman çevirerek alacağı paranın aynısını yine 300 sayfalık bir sosyal
bilim metnini çevirerek alacaksa, eğer geçinmek için çeviri yapıyorsa,
çok-satar romanı çevirmeyi tercih edecektir. Hem çok daha kısa sürede,
muhtemelen hiçbir ilave okuma, çalışma yapma gereği duymadan o romanı
çevirebilecek, hem de hedef dilde de çok satarsa emeğinin karşılığını
daha fazla alabilecektir.
Burada çok kısaca da olsa, sosyal
bilim metinlerinin çevirisi ile edebiyat metni çevirisi arasında şahsen
ayırdına vardığım bir farklılık noktasını da belirtmek isterim. Edebiyat
metinleri -istisnaları elbette vardır- genellikle gerçek hayata paralel
kurmaca bir hayata gönderme yaptıklarından, çeviri sürecinde, metnin
içine girebilen bir çevirmen, iki dile ve kültüre yeterince hakimse,
başka bir bilgi düzeyine pek fazla ihtiyaç duymadan, dilsel düzeydeki
sorunlarla boğuşabilir, metni çözebilir, cümleleri birbirine
bağlayabilir. Ancak sosyal bilim metinleri esasen kavramlardan
oluştuğundan ve bu kavramlar da çoğu zaman aynı soyutluk düzeyinde başka
kavramlara, başka disiplinlere gönderme yaptığından,
gösteren-gösterilen ilişkisinde tamamen farklı bir dil düzeyi kurulur.
Dolayısıyla çevirmenin bu tür metinlerle ilişki kurabilmesi ve bunları
hedef dile aktarabilmesi, çoğu zaman metnin içinde yer aldığı bağlamı
bilmeyi, başka okumalar yapmayı, kavramlar arasındaki ilişkileri
çözümlemeyi, hatta kimi zaman dilin sınırlarını zorlayarak yaratıcı
olmayı da gerektirir. Salt bu açıdan bile bir sosyal bilim çevirisinin
gerektirdiği emek zamanının yoğunluğu ve gereken entelektüel birikim çok
daha fazladır.
Piyasa denen meta dolaşım sürecine
yetişmeye çalışan yayınevleri çevirmenden bir an önce kitabı teslim alma
ve hemen piyasaya sürme derdi içindeyken, çevirmen de bir an önce
kitabı teslim edip parasını alma ve yeni bir kitap sözleşmesi yapma
derdindedir. Durum böyle olunca kimsenin herhangi bir konuda
uzmanlaşmaya ne zamanı ne de imkânı olabilmektedir. Uzman ya da
nitelikli kişilerin, akademi alanında yer alan insanların ise preker
koşullardaki bu sektöre girip çalışmayı tercih etmeleri pek mümkün
değildir. Keza yayınevlerinde de sosyal bilim alanında uzmanlaşmış pek
az yayıncı bulunmaktadır; genel çoğunluk her konuda yayın yapmayı tercih
etmektedir. Dolayısıyla sosyal bilim kitaplarının editörlüğünde,
redaktörlüğünde de uzmanlaşmış insan bulmak oldukça zordur. Tıpkı
çevirmenler gibi yayıncıların ve editör-redaktör kesiminin de büyük
çoğunluğu ne iş olsa yapar konumdadır.
Prekaryalığın neo-liberal
ekonomilerle birlikte yaygınlaştığı günümüzde, Türkiye’deki ilk preker
iktisadi alanlardan birinin kitap çevirmenliği olduğu söylenebilir.
Elbette, her türlü iş cinayetinin yaygın olduğu bu ülkede çevirmenlerin
konumunu nispeten daha rahat görebiliriz, maden ocaklarında ya da
inşaatlarda ölme riski çevirmen açısından yoktur. Fakat hem gayet
nitelikli bir emek gerektiren, bütün bir dünya kültürünün günümüzdeki
önemli taşıyıcıları, aktarıcıları arasında yer alan, hem de hiçbir
güvencenin olmadığı, yarını belirsiz, prekarya koşullarında çalışan bu
insanların, özellikle sosyal bilimler gibi yoğun düşünsel emek ve çaba
gerektiren bir alanda varlık sürdürmeye daha ne kadar devam edebileceği
sorusu üzerinde ciddi olarak düşünmek gerekir. Yayın sektörünün
özellikle çeviri metinlere dayandığı Türkiye’de bu üretim sürecinin
temel ayağını oluşturan çevirmenin koşulları düzeltilmedikçe, zaten
fazlasıyla çorak olan, devletin her türden baskısı altında varlık
sürdürmeye çalışan entelektüel alanın, yaratıcı, eleştirel ve
dönüştürücü olabilmesi mümkün gözükmemektedir.
Yine de, şahsen, koşullar ne olursa
olsun, dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu hali dikkate alarak, bu tür
metinleri çevirmenin, aktarmanın, tek bir kişiye bile olsa ulaşmasını
sağlamanın önemine inanıyorum. İnsanları düşündürtecek, eleştirel
düşünceyi geliştirecek, sorgulama ve dönüştürme yoluna sokacak metinleri
her dile ulaştırmanın yolunu muhakkak bulabilmeliyiz. Bunu, başka bir
dünyayı, başka bir hayat tarzını mümkün kılmanın olası yollarından biri
olarak görüyorum. Bu yüzden, inadına kitap, inadına düşünce, inadına
felsefe ve sosyal bilim demekten başka çare yok sanırım…
–
Bu yazı, Işık ERGÜDEN’in 20 Kasım 2015’te IFEA’da (Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü) yaptığı konuşmanın metnidir.
http://www.kostebekkolektif.org/bir-cevirmenin-deneyimiyle-turkiyede-sosyal-bilim-yayinciligi-isik-erguden/