Türkiye’nin ilk nükleer santralinin kurulması için
siyasi iktidarın tüm uyarı ve itirazları görmezden gelerek inşaat izni
aldığı Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nde (NGS) üç gün önce bir skandal
daha yaşandı.
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK)
müdahalesiyle sorunun giderildiği, yetkililer tarafından “17 bin
metreküp çimento basıldı” ifadesiyle açıklandı.
Nükleer santral gibi azami güvenlik gerektiren bir
yapının zeminine dökülen betonun çatlaması yeterince ürkütücüyken TAEK
yetkilisinin inşaatın sağlamlığını basılan çimento miktarına eşitlemiş
olması inanılır gibi değil!
Yetkililerin, yer bilimci ve uzmanların Akkuyu
zemininin karstik yapıda olduğunu, zeminin altının boş olduğunu
söylemesine rağmen sesleri siyasi iktidar tarafından duyulmadı.
Nitekim 2016 yılındaki Akkuyu bilirkişi
incelemelerinde davacı vekilleri 1983 yılında Akkuyu’da potansiyel bir
nükleer santral inşaatına yönelik yapılan zemin etütlerinde basılan
çimentonun 150 metre ötede denizden çıktığı bilgisini paylaşmıştı, bugün
de bu paylaşımı yinelemekteler.
Esasen 2010’da AKP Hükümetinin Rusya ile
hükümetlerarası anlaşma yapmasıyla başlayan Akkuyu NGS tarihine geriye
doğru şöyle bir bakarsak yaşanan olayların arasına aynalar konmuş gibi
olduğunu fark ederiz.
Her bir sorunun bir sonraki potansiyel soruna işaret
ettiği olaylar silsilesi en iyi “Perşembenin gelişi çarşambadan
bellidir” atasözüyle açıklanabilir.
Dünyada yap-işlet-sahip ol modeliyle, yabancı bir
devlete kendi ülke toprakları üzerinde nükleer santral kurma iznini,
yeri ve yetkiyi veren ilk siyasi iktidar olma vizyonuna(!) sahip AKP
iktidarı, projenin kendi idaresi dışında durdurulması ihtimaline karşı
iki yıl önce nükleer santralleri mega proje kapsamına aldı.
Zira sivil toplum Çevre Etki Değerlendirme (ÇED)
onayının alındığı 2015 yılının öncesi ve sonrasında tüm gücünü seferber
ederek siyasi kararlara karşı canhıraş mücadele etmiş, direnmiş ve
davalar açmıştı.
Kronolojik olarak bakarsak, Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı tarafından reddedilen Akkuyu NGS’nin ilk ÇED başvurusu 3000
sayfa haline getirilerek tekrarlanmıştı. Sivil toplumun itirazı için bir
aylık süre tanınmasını Rusya Devlet Başkanı Putin’in ziyaretine denk
getirilerek siyasi jest şeklinde aniden onaylanması izlemişti.
Bu arada ÇED başvurusundaki sahte imza skandalını,
Akkuyu NGS’nin devletle ilişkilerini tesis eden Müdürü Fauk Uzel’in
istifa ederken nükleer tesisin alt yapı hazırlık çalışmalarında
eksikliklere veryansın ettiğini, Akkuyu NGS’nin sayısız temel atma
törenleri silsilesinin ilk ayağında halka ve halkın milletvekiline karşı
şiddet kullanıldığını da anımsayalım.
Öte yandan gerek Uluslararası Atom Enerjisi
Ajansı’nın (IAEA) gerekse Avrupa Parlamentosu’nun Akkuyu NGS’ye verilen
ÇED onayını eleştiri yağmuruna tuttuğu malumunuzdur.
O IAEA raporu ki, meslek birlikleri ve odalar Akkuyu
NGS yetkililerinden ve Enerji Bakanlığı’ndan aylarca talep etmiş
olmasına rağmen sır gibi saklanmış, Hürriyet Gazetesi’nin ABD temsilcisi
Tolga Tanış tarafından ortaya çıkarılana kadar kamuoyunun haberi
olamamıştı.
Zira nükleer santrallerin kurulması yaygınlaşması
için faaliyet gösteren küresel bir üst örgüt olan IAEA dahi, Akkuyu
NGS’nin ve Türkiye’deki siyasi kültürün, bağımsızlık gerektiren yasal
alt yapının nükleer santral kurmak için uygun olmadığını dünya kamuoyuna
ilan ediyordu.
Diğer taraftan 80 kişinin müdahil olmasıyla 13 ayrı
sivil toplum örgütü tarafından açılan davalarda Akkuyu NGS’nin 1978
yılında yer lisansının uygunsuzluğundan tutun da bölgenin depremselliği,
yeni tespit edilen fay hatları, iklim değişikliği şartlarında gelecekte
deniz seviyelerinin yükselmesi risklerinin siyasi iktidarın elinin
tersiyle itilerek yok sayılması o güne dek yaşanan gelişmelerin yalnızca
olağan bir sonucuydu.
Hatta OHAL kapsamında bir bilirkişinin değiştirilmesi nedeniyle jeolojik yapının ikinci kez tartışıldığı incelemelerde uzman ve davacı vekillerin zeminin uygunsuzluklarına dair sunduğu sayfalarca rapor yok sayıldı.
Nihai kararda ise sanki bu raporlar hiç sunulmamış,
riskler açıklanmamış gibi ÇED ‘in uygunluğuna hükmedildi. Bu karardan
bir gün önce Cumhurbaşkanı’nın nükleer santralin kurulmasının
engellenemeyeceği yönündeki beyanı tüm olan bitenin nedenlerini somut
olarak gösteriyordu.
Kısacası bugün çatlayan reaktör temelinin zeminine
beton atılarak inşaata devam edilmesi geçmişte yaşananların doğal bir
sonucu. Sorun şu ki, büyük resme baktığımızda her normalleşmenin
arkasından yeni ve daha büyük bir sorun ortaya çıkarak çatlak giderek
derinleşmekte.
Nükleer santrallerin işleyişini, radyasyon sınır
dozlarının tayinini, radyasyona maruziyet konularını ilgilendiren, hak,
alacak ve borç ilişkilerinin Cumhurbaşkanının başkanlık ettiği Nükleer
Düzenleme Kurumu (NDK) eliyle düzenlenecek olması da yine bu çatlağı
derinleştiren bir diğer neden.
Bu noktada 2015 yılında gerek IAEA’nin gerekse
Avrupa Parlametosu’nun nükleer alanda yasal altyapı yetersizliğine dair
eleştirilerin haklılığı aşikar. Bu nedenle sırf uluslararası
standartlara şeklen uygun olsun diye NDK teşkilat yönetmeliğinin ikinci
bölümünde NDK’nın denetlenebilir ve bağımsız olduğu “kuruluşun, idari ve
hukuki yapısı için kurum kararlarının yerindelik denetimine tabi
tutulmayacağı ve hiçbir organ makam, merci veya kişinin kurum
kararlarını etkilemeye yönelik emir ve talimat veremeyeceği” ibaresiyle
tanımlanmış.
Ancak, nükleer santralin siyasi kararla kurulduğu
gerçeğiyle birlikte düşünülürse NDK’nın başkanı olan Cumhurbaşkanı’nın
süreçteki eksiklikleri ve/veya sorunları kamuoyuyla paylaşması, halkı
bilgilendirmesi olanaklı görünmüyor. Öte yandan aynı yönetmeliğin 17.
maddenin 6. bendinin c fıkrasına göre NDK’nın çalışanların, halkın,
çevrenin ve gelecek nesillerin radyasyona maruz kalma riskini içeren her
türlü faaliyet nedeniyle maruz kalınabilecek radyasyon doz sınırlarını
tayin edebileceği yazıyor.
Bu şekilde gerek nükleer santrallerin gerekse
Cumhurbaşkanı’nın sadece bugünü değil gelecek nesillere sirayet
edebilecek kararalar alabileceği açıkça kabul edilmiş bulunuyor.
Bugüne dek yaşananların yaşanacakların taahhüdü
olduğu aşikar. Hukukun ve yargının bağımsızlığının söz konusu olmadığı;
yurttaşın, sivil toplumun iradesini gösteremediği, gösterse de yok
sayıldığı, şiddet gördüğü bir ortamda Türkiye’deki nükleer santral
kurulum süreçlerine uluslararası kamuoyunun ve kurumların dikkatinin
çekilmesi, uluslararası duyarlılıkla sürece müdahil olunması şart. Aksi
halde gittikçe derinleşen bu çatlak yakın zamanda bu coğrafyanın
karadeliği olacak.