Türkiye’de kitap çevirmenliğinin hiçbir sosyal hakkın
olmadığı, asgari yaşam koşullarının altında süren bir uğraş olduğu daha
önce defalarca vurgulanmış olmakla birlikte, herhangi bir çözüme de
kavuşamamıştır. Üstelik, gelinen noktada bu sorunun iyice katmerlendiği,
yayınevlerince çevirmenlere yeni kölelik koşullarının dayatılmaya
çalışıldığı görülmektedir. Bu yazı, bu durumu vurgulamaya, görünür ve
tartışılır kılmaya yöneliktir.
Kapitalizmin,
tüm yerkürenin ve doğanın sömürüsünde insanı modern bir köle kılmayı
hedefleyen, bu hedefe ulaşmak için de kol emeğinin yanı sıra kafa
emeğini ve insan aklını sömürgeleştirmeyi amaçlayan bir sistem olduğu,
günümüzde aklını bu sömürgeleştirme akınından kurtarabilmiş insanlar
açısından tartışmasız bir gerçektir. Kol emeği sömürüsünde her türlü
sosyal, sendikal hakkı hiçe saymayı, açlık koşullarında işçi
çalıştırmayı yasallaştırma eğilimindeki kapitalizm, kafa emeği
sömürüsünde de aynı yolda hızla ilerlemektedir.
Kitap
çevirmenliği bu konudaki olumsuz anlamda örnek alanlardan biri. Daha
önce çeşitli vesilelerle belirtildiği üzere, Türkiye’de yayıncılık
sektörünün lokomotifi olan çeviri kitapları Türkçeye kazandıran
çevirmenler yayın sektörünün prekaryalarıdır: Geçici süreli kitap
çevirileri için sigortasız, emeklilik hayali bile olmayan, tatilsiz,
hiçbir sosyal hakkın bulunmadığı çalışma ortamında harcadığı emek
süresinin karşılığını -yayınevi sözleşme şartlarına uysa bile- alamayan
bir kafa emekçisidir çevirmen.
Kısacası, kitap çevirmenliği gibi vasıflı bir emek gerektiren bu alan en vasıfsız emek için devletin öngördüğü insanlık dışı koşulları bile karşılayabilmekten yoksundur. Bu nedenle de yayın sektörünün temel ihtiyacı olan “profesyonel kitap çevirmeni” sayısı son derece azdır.
Bu
örneği somutlamak istersek, Türkiye’de 2018 itibarıyla asgari ücret net
1603 TL’dir (bu parayla tek bir kişinin bile yaşayabilmesinin mümkün
olmadığı gerçeğini bir yana koyalım şimdilik). Bir çevirmenin eline her
ay net 1500 TL’nin (yani asgari ücretten de düşük bir rakamın)
geçebilmesi için, Çevirmenler Birliği’nin (Çev-Bir) saptadığı asgari
sözleşme koşulu olan brüt %7 üzerinden ve 2000 baskı sayısıyla (ki şu an
birçok yayınevinin baskı sayısı azami 1500’dür) yapılmış bir anlaşma
sonucunda, en az 120-150 sayfalık bir kitabı bir ay içinde çevirmesi,
çeviri metnin tekrar okumalarını, düzeltmelerini, gerektiğinde başka
kitaplarla yürütülecek araştırma ve incelemeleri de bu zaman süresi
içinde yapmış olması; teslim ettiğinde yayınevinin hemen ödeme yapması
(ki birçok yayınevi ödemeyi kitabın basılmasını takip eden aylara
yaymaktadır); üstelik hemen ardından yeni bir çeviriyi, bir sonraki ay
ve diğer aylar da yeniden başka çevirileri bulabilmesi gerekir. Böyle
bir çalışma temposunda ne hafta sonu tatili, ne yıllık tatil, ne de
olası sağlık koşulları dikkate alınmıştır. Kısacası bu imkânsız bir
durumdur, hele ki bir aile yaşamını böyle sürdürmek hayal bile edilemez.
Şunu da asla unutmamak gerekir ki, asgari ücretin altında bir aylık
alabilmek için bu tempoda çalışması beklenen kişi en az iki dili gayet
iyi bilip kullanabilen, dünya kültürüne vâkıf, yani Türkiye
ortalamasının üstünde kalifiye bir emeğin satıcısıdır.
Kısacası,
kitap çevirmenliği gibi vasıflı bir emek gerektiren bu alan, en
vasıfsız emek için devletin öngördüğü insanlık dışı koşulları bile
karşılayabilmekten yoksundur. Bu nedenle de yayın sektörünün temel
ihtiyacı olan “profesyonel kitap çevirmeni” sayısı son derece azdır;
salt çeviriyle geçinmenin imkânsızlığı karşısında ikinci iş olarak ara
sıra ya da boş vakit buldukça çeviri yapanlar, öğrencilik hayatının
parçası olarak bir iki kitap çevirisine girişip bir daha eline
almayanlar çoğunluktadır.
Durum
buyken, çevirmen bugün durumunu daha da ağırlaştıran yeni koşullarla
karşı karşıyadır. Ekonomik krizin bedelini emekçi sınıflara ödetmek
kapitalizmin beylik tavrıdır. Kafa emekçileri de bu durumdan paylarını
düşeni her zaman alır. Basın-yayın sektörü zaten ücretler, sosyal haklar
bakımından son derece kırılganken, kitap çevirmenleri örgütsüzlüğün,
evde çalışmanın ve prekerliğin her türlü olumsuzluğuna maruzken, kimi
yayınevlerinin dayatmaya çalıştığı yeni sözleşme koşulları çevirmeni
köleleştirme yolunda atılan adımlardır.
“Çevirmene bu kadar para mı verilir” lafını rahatlıkla edebilen yayınevi patronlarının olduğu bir çağda yaşıyoruz.
Kriz bahane edilerek “yangında ilk gözden
çıkarılacaklar” kategorisindeki çevirmenlerin ücretlerinin ödenmesini
geciktirmek yayınevi patronlarının ilk aklına gelen önlem
olabilmektedir. Özellikle çok satan kitaplar söz konusu olduğunda, sanki
kitapların çok satması çevirmenin olumlu katkısının sonucu değil de
suçuymuş gibi, yeni baskıların çevirmene bildirilmemesinden ödemelerin
yapılmamasına ya da geciktirilmesine dek uzanan çeşitli taktikler yine
bu patronların aklının ürünüdür. Biraz daha düşündüklerinde ise bu çok
satan kitaplar için yeni sözleşmeler dayatmayı, kimi zaman yeni
baskılardan ödeme yapmamayı sözleşme maddesi olarak benimsetmeyi ya da
çevirmene verilen yüzdeyi brüt %2 gibi komik düzeylere düşürmeyi teklif
edebilecek kadar akıl almaz ama kapitalist mantığa gayet uygun cin
fikirlilikler akıllarına gelebilmektedir. Dayatılan bu koşullar kabul
edilmediğinde ise çevirmenin emeği hiçe sayılmakta, yeni bir çevirmenle
-muhtemelen bu koşulları kabul edebilecek tecrübesiz bir çevirmenle–
anlaşma yoluna gitmeyi kâr mantığıyla seçen yayınevi, hem çeviri
kalitesinden taviz vermeyi hem de muhtemel intihal tartışmalarına kapı
açmayı kabullenmiş olmaktadır.
Hem
kitap çok satsın hem de bütün kârı bana kalsın şeklindeki bu mantık,
köle emeği kullanma özleminin ifadesinden başka bir şey değildir.
“Çevirmene bu kadar para mı verilir” lafını rahatlıkla edebilen yayınevi
patronlarının olduğu bir çağda yaşıyoruz. 12 Eylül faşist cuntası
geldiğinde “Bugüne dek işçiler güldü artık gülme sırası bizde” diyen
TÜSİAD Başkanı Halit Narin’in özlü sözünden farkı olmayan bu lafı
edenler, hiç gocunmadan muhalif olduklarını söyleyebilen, haktan
hukuktan adaletten dem vuran kitaplar yayımlamakla övünen, hatta sol,
sosyalist kişi ve görüşlerin yayıncısı olan, arkalarında büyük
sermayelerin, kitabevlerinin bulunduğu yayınevleridir. Hak aramaya
kalkıldığında, sözleşme koşullarına uyulmasını istediğinizde, örneğin
yeni baskılarda ödenecek miktarı sözleşmede belirtilen zaman ve miktarda
ödemesini yayınevinden talep ettiğinizde ise bu koşulların yayınevi
için geçerli olmadığını, kapitalizmin geldiği noktada karşılıklı
sözleşmelerle düzenlenmiş hak ve sorumlulukların muktedirleri
bağlamadığını, hak almanın değil, lütufta bulunan muktedirin sadaka
düzeninde yaşadığımızı bize hatırlatma yolunu seçiyorlar, çevirmene
verilen para bir hakkın, karşılıklı imzalanmış sözleşmenin gereği değil,
efendilerin başının gözünün sadakası oluyor.
Çevirmen emeği kalifiye bir emektir. Bu emeğin yeniden üretimini ve çevirmenin, keza birlikte yaşadıklarının insanca koşullarda yaşamasını sağlamak, bunun gerektirdiği ücreti vermek yayınevlerinin hem sorumluluğu hem de varlık koşuludur.
Yayın
sektörünün şunu iyice anlaması gerekir ki, esasen çeviri kitap basımı
üzerinden yürüyen bu sektörün olmazsa olmaz bir ayağıdır profesyonel
çevirmen. Çevirmen emeği kalifiye bir emektir. Bu emeğin yeniden
üretimini ve çevirmenin, keza birlikte yaşadıklarının insanca koşullarda
yaşamasını sağlamak, bunun gerektirdiği ücreti vermek yayınevlerinin
hem sorumluluğu hem de varlık koşuludur. Dahası, hiçbir sosyal
güvencesi, sağlık, emeklilik gibi hakları olmayan çevirmen açısından
yeni baskı yapan kitaplar bir tür “sigorta” niteliği taşımakta, bu
emeğin yeniden üretimine imkân sağlamaktadır. Bu ödemelerin yapılmaması
çevirmenleri kölelik koşullarında yaşamaya mahkûm etmektir. Kalifiye,
tecrübeli, profesyonel çevirmenlerle çalışmak yayınevleri açısından da
yayınladıkları kitapların çeviri kalitesi açısından da önemli bir etken
olup satışı doğrudan belirlemektedir. Çoksatar kitapların çevirmenlerine
ödeme yapmak istememek ya da gayet düşük ödemeleri dayatmaya çalışmak,
sonuçta bu tür çevirmenlerle çalışma ihtimalini de ortadan kaldıracağı
için ortaya çıkacak ürünün kalitesi düşecek, diğer yandan intihal
tartışmaları da canlanacaktır. Zaten yığınla kalitesiz ürünün yer aldığı
bir piyasa olma yolunda hızla ilerleyen yayın sektörünün bir de böylesi
bir “hamleyle” kendini göstermesi, kalitesizliği, süpermarket ve çöplük
mantığını iyice pekiştirecek bir adım olur. Keza şunu da unutmamak
gerekir ki, devletin her türden baskı ve sansür ortamında bu
yayınevlerinin asıl destekçileri insanca koşullar sunabildikleri
nitelikli çevirmenler ve nitelikli kitap okurları olacaktır. Zaten
kültürsüzleştirilmiş ve lümpenleştirilmiş, kendi kabuğuna sıkışmış,
dünya kültürüyle bağı olmayan, biat kültürüyle terbiye edilmiş bir
toplumsal ortamda çer çöp yayıncılığıyla da aptallaştırılan yığınlardan
belki bir süre daha kitap satışı yönünde destek görebilirler ama kendi
varlık koşullarının kalıcılığını sağlayamazlar.
Örgütlü davranmaktan, çalışanların haklarına saygılı yayınevleri ile nitelikli kitap, nitelikli çeviri okuma hakkına sahip çıkan okurlara güvenmekten, bu türden kölelik sözleşmeleri dayatmaya kalkan yayınevlerine karşı koyup onları teşhir etmekten başka çaremiz olmadığı kanısındayım.
Yayınevleri
bu türden hamlelerden vazgeçer mi, kalifiye çevirmen emeğine hak ettiği
karşılığı vermekten gocunmadan bir ilişki sürdürür mü bilemiyorum;
sonuçta ne türden kitap basarlarsa bassınlar kapitalist bir piyasanın
kuralları içinde hareket ettiklerinden çoğunun örneğin bir inşaat
sektöründen daha hakkaniyetli bir tavır geliştirebileceğini de
sanmıyorum. Ne var ki, nitelikli kitap basmayı önemseyen yayınevleri ve
çalışanlarıyla birlikte çevirmenlerin ve okurların yapabileceği çok şey
olduğuna, nitelikli ve iyi çevrilmiş kitap okuma hakkına sahip
çıkabileceklerine; çocuk işçi çalıştırmaya, taşeron işçi kullanımına,
toplumsal adaletsizliklere nasıl karşı çıkılıyorsa çevirmen haklarına da
saygı göstermeyi yayınevlerinden hep birlikte talep edebileceğimize
inanıyorum. Örgütlü davranmaktan, çalışanların haklarına saygılı
yayınevleri ile nitelikli kitap, nitelikli çeviri okuma hakkına sahip
çıkan okurlara güvenmekten, bu türden kölelik sözleşmeleri dayatmaya
kalkan yayınevlerine karşı koyup onları teşhir etmekten başka çaremiz
olmadığı kanısındayım.