atopya / deniz gezgin


Her şeyi unutsak ve başa dönsek… Hikayenin en başına… İlk yere, ilk ağaca, ilk kadına, ilk korkuya… Başımız çok döner mi? Deniz Gezgin’in yazısı insanın yeryüzünü düzenlemeye doyamayan kibrine dair. Umut verici olansa şu: kibrimiz kıyameti özlüyor.

“Bu topraklarda atların koşması için insanın anısının yerden de, gökten de biraz daha silinmesi gerekir.”
Bilge Karasu
Her şey bir ağaçla başladı, ona ilk uzanan kadın içinde yaşadığı bahçenin dikensizliğinden boğulmuştu; kansız, balçıksız, kokusuz, arzusuzdu bastığı yer. Lekesiz bir göğün altındaydı, ay yoktu, döngü de, suların arıtacağı pislik de… Nasılsa bir incir patladı ağacın dalında, yaprağından siğil söndüren süt damladı, düştüğü yerde çürük bir leke. İlk yer, ardından su, sonra kadın duydu ballıkurtlu kokuyu, yere bakarken gördü ki ayakları yalın ve kara tüyleriyle dönüştüğü hayvan oklu bir kirpi. Ağaca tutundu, elleri kabuğa kenetli, tırmandı tırmandı, yapraktan bir çadırın altında uyuyakaldı. Rüyasında kanıyordu; kanadıkça yumuşuyor, karnı, memesi ve boynu oluşuyor. Bir hışırtıyla uyandı, artık rüzgâr da vardı, ürpermek de. Daldan dala sallanarak, koklayarak buldu yerini, gövdeye aşılanması an’dı, kaba, kuvvetli bir el uzanıp onu dalından koparmasaydı.
Kadın, her cinsten hayvan ve tohum, bahçenin ortasında yan yana dizildi, her birine birer isim verildi: Hayatı olan.
***
Hayatı olan, soyundukça okundan, kabuğundan, çıplaklığı utanç, ölümü korku saydıkça, kibri bir deri gibi giyindi, insan oldu. Tohumların uçuşarak rastgele düşüşüne, kendiliğinden açılan patikaya, ayrıklara, yerli yersiz köklere el attı, her şeyi düzene soktu; sahip oldu. Başlangıçta üst üste yığılan dallar ve çamur, zaman sonra harçla örülmüş taş, duvarlar, kapılar, burçlar ve kilitler, onları savunan askerler, askerlerin elinde tüfek, belinde fişek, gerisinde tank. Uygarlık herkesi bir bir ağacından indirdi, temiz giysiler giydirdi, duvarların içine buyur etti. Aman! Dışarıda kalan, düşman.
***
Er kişilerin ekşi kokan postalları karış karış ezdi yeryüzünün çayırını çiçeğini, sınır telleri çekildi, sular ortasından bölündü; kuşlar geçti, balıklar geçti, insan geçemedi.
Yine de hep ileriydi, ilerideydi… O duvarlar, sınırlar aşkına insan, elinde sıktığı bayrağın sopası hangi ağaçtan hiç bilmedi. Çok az kişi, belli belirsiz bir koku, silik bir anı gibi taşıdı yine de içinde, yaprağından, kanadığı uykudan bir parça; duvarın yıkımını düşledi ve insanlığından değil insan olmaktan utandı.
Her şey yıkılsa, yeni baştan başlasa, yine aynısını yapacak insan; ilk bastığı yeri sahiplenip üstüne sancak dikecek ve duvarın dışında birileri hep kalacak. Öfke ve nefret, dilin kıvraklığıyla yaşamı en güzel yerinden sokacak.
Devrim değil kıyamet kopmalı artık ve yosun kaplamalı yüzünü yerin, nihayet arınmalı insandan ağaçlar, sular… dönüşmeli ormana.

Arşiv