Aklın Vahşeti / Mine Sögüt




Yıllar önce ikinci el eşya satan bir dükkândaki eski bir asker ceketinin cebinden, hayatımda gördüğüm en korkunç şey çıkmıştı: düşmanın cesedinden kesilmiş ve kurutulmuş bir insan kulağı.
İlk o zaman düşünmüştüm; savaşta da hayatta olduğu gibi aslında iyi ya da kötü yoktur; ehli ya da vahşi vardır.
Ehli olan kolayca ölür; vahşi olan kolayca öldürür.
Ehliyle vahşiyi aynı çuvala koyup ormana atan insan aklı, bizzat kendisi zaten vahşidir.
Bizim “kötü” diye tanımladığımız vahşi aklın egemenliği, çoğu zaman kaçınılmaz; çünkü evrimin iyiyle kötüyle işi yok, sadece güçlüyü ayırt ediyor. Hem ehli hem de güçlü olmak ender görülen bir durum. O yüzden evrimin tercihi genelde güçlüden yana.
Hayat dediğimiz, çoğu zaman ehli aklın vahşi akılla zorlu yarışı.
Bu yarışta güvenli bir kulvar yok; yol sık sık sinsi çukurlarla doluyor, çıkmazlara varıyor, uçurumlarla sonlanıyor.
Asırlar boyu, aklımızı kaybedip kaybedip yeniden bulmak zorunda kalmamız hep bu yüzden.
Şu an yaşadığımız çağ da aklımızı bulma değil kaybetme çağı.
Bir asker öldürdüğü düşmanın kulağını kesip cebine attığında ya da göğsünü deşip ciğerini yediğinde, aklını kaybeden asker midir, yoksa “Bu bir savaş suçudur” diye olan biteni anlamlandırabilen hukuk mu?
Savaşla suçun birbirinden ayrışabileceğine; savaşın içinden suçun ayıklanabileceğine bizi hangi mantık, ne zaman ikna etti?
Uluslararası anlaşmalarla belirlenmiş çok uzun bir savaş suçları listesi var. Bu listeye göre savaş sırasında kasten ya da yanlışlıkla sivil halka zarar vermek suç; esir alınan askere fiziksel ya da duygusal şiddet uygulamak, onların onurunu kırmak, aşağılamak suç; hastane, okul, ibadethane, tarihi bina gibi yerleri bombalamak, yakıp yıkmak suç; küçük çocukların eline silah vermek, kimyasal silah kullanmak, sivil halkı yiyecekten mahrum etmek, onların düzenlerini bozmak, evlerini yağmalamak, tecavüz etmek, göçe zorlamak suç...
Hukuk, sanki mümkünmüş gibi, edepli bir savaş öneriyor.
Savaş sırasında esirlerin sırtını şefkatle okşayan komutanların; öldürdüğü düşmanın cesedine hüzünle sarılıp gözyaşı döken askerlerin; savaşırken sivil halktan devamlı özür dileyerek, ele geçirdiği yerlerdeki evlerin kapısını kibarca çalıp, içeriye ayakkabısını çıkararak giren, küçük çocukların başını okşayıp kadınların nazikçe elini öpen işgalcilerin hayalini kurabilen bir hukuk, aslında kime hizmet eder; ehli akla mı, vahşi akla mı?
Savaş ve suç kavramlarının birbirinden ayrılabileceğini ciddi ciddi öneren hukuk, bu önerisinde son derece art niyetlidir.
Kıyamet sona erdikten sonra, savaşı çıkaranlar ve onaylayanlar değil, savaş sırasında egemen olan vahşi aklın göze batanları yargılanır. Savaş mahkemeleri, asırlardır tanrılara kurban vererek güçlendiğine ve korunduğuna inanan insanlığın, modern kurban törenleridir.
“Savaş hukuku”, ehli aklın kalkanı gibi görünür ama aslında vahşi aklın paravanıdır. Öldürdüğü düşmanın kulağını kesen ya da göğsünü deşip ciğerini yiyen asker, aslında bir savaş suçlusu değil sadece bir konu mankenidir; onca vahşetin içinde, bir an kameraya yakalanan ve bize savaşın aslında ne olduğunu hatırlatmakla yükümlü bir konu mankeni...
O vazifesini tamamladı.
Şimdi sıra bizde.
Eğer onun bir savaş suçlusu olduğuna ikna olup cezasını mutlaka çekmesi gerek diye düşünerek televizyonun kanalını değiştiriyorsak, vahşi aklın pasif bir parçasıyız; yok eğer, dünyayı yönetenin, düşmanının ciğerini yiyen askerinkine benzer vahşi bir iştah olduğunu görüp kendi iştahımızı gözden geçiriyorsak... ehli aklın dehlizindeyiz.

Arşiv