Facebook'ta Haydar Ergulen adina acilmis bir sayfa Haydar Ergulen'in sayfaya yolladigini soyledigi ve "Acik Mektup" basligiyla yayinlanan bir yazi. Konumuz Gezi Direnisi ozelinde vicdan ve insanlik.
“Vefa uzaklarda kalan bir his/dost, eski şarkılardan bir iz/şefkatse bardaki sarışın kız...” Zeki Müren’in şarkısını Ferdi Özbeğen söylerdi. Aklımda en çok kalan, birkaç yazıya da taşıdığım dize ise, herhalde ‘Şefkat’ takma adıyla barda çalışan o kızın göründüğü dizeydi. Şarkı öyle değilmiş, öyle bir kız yokmuş, şefkat da takma adı değilmiş, ne gam! Keşke olsaydı, keşke kendisine öyle bir ad taksaydı, keşke bu dize de gidip bir Attila İlhan şiirinde, sözgelimi “Gözlerin gözlerime değince/felaketim olurdu ağlardım” dizeleriyle başlayan “Üçüncü Şahsın Şiiri”nde kendine kıvrılacak bir yer bulsaydı...
Yeşilçam filmlerinden aşina olduğumuz sahtelikler vardır. Takma kirpiklerini çıkarır gibi hayatını gözden çıkaran kadınlar da, silahını belinden çıkarır gibi hayatını da aynı kolaylıkla elinden çıkaran adamlar da bizi kandıramazlar ama, rol icabı diye bir şey vardır ve biz onların bu göz boyamalarını bağışlarız. Zararsız küçük beyaz yalanlar deniliyor artık bunlara ve sanırım ‘gerçek yalan’lardan farkı da, insanın önce kendisine söylediği yalanlar olması: Kendine söyleyemediğin yalanı başkasına da söyleme!
Ben o küçük beyaz yalanları mı özledim? ‘Gerçek yalan’lar söyleneceğine keşke onlar yine söylense mi dedim? Ne onu özledim ne diğerini diledim. Yalanın gerçeğinden de taklidinden de yılmışken, gerçeğin artık dolaysızca yüzümüze çarpılıyor olmasından, sözlerin ağızdan birer kurşun gibi çıkarak, güdümlü mermi gibi doğrudan üstümüze gelmesinden ve bunu saklamak, yalanlamak, yumuşatmak için olsun en küçük bir çaba bile gösterilmemesinden dolayı da ne yapacağımı bilemedim.
Ne yapmalıyım? “Biz aydınlığız/yandıkça/siz yaktıkça/karanlıktasınız” desem ne olacak, kim beni teselli edecek ki? Yalanlardan teselli bulduğumuz günler çoktan geride kaldı, artık bizi yalan söyleyecek kadar bile sevmiyorlar! Eskiden yalan söylerlerdi hiç olmazsa ve sevildiğimizi sanırdık. Şimdi ‘nefret söylemi’ dedikleri şeyin en hakiki örneklerini veriyorlar. ‘Biz yananlardan değil, yakanlardan tarafız’ demenin daha açık, daha yalın bir anlatımı olabilir mi? Öteki/leş/tirilmek filan hafif kalır bunun yanında. ‘Siz Başka Tanrının Çocuklarısınız’diyorlar en iyimser yorumla.
Bir sosyalist olarak, bir demokrat olarak ve bir Alevi olarak kendimi hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim! Bunca umutsuzluğa düşmemiştim hiç! Yapılanların ve söylenenlerin karşısında böyle bir dehşet duygusunu daha önce yaşamamıştım. Hulki Aktunç’un “Yangın kavmindeniz/ne giysek alev” dediği yangın meğer hep sürecekmiş, hepimizi yakacakmış.
Şefkat, uzaklarda kalan bir his...Ne zamandır ‘vicdan’ sözü düşmüyor yazılardan. Eski defterler açıldıkça, yakın coğrafyalara bakıldıkça, kaleminden kan damlayan da ağzından bal damlayan da, bir erdem ve ahlak olarak ‘vicdan’ı yazıyor. Toplumsal vicdan. Gerekli, güzel, gelişkin. İyi de toplumsal hafıza, bir ses ve görüntü kaydının silinmesi gibi silinmek istendikçe, unutturulmak, üstü kapatılmak istendikçe, toplumsal vicdandan nasıl söz edeceğiz? Söz etsek ne olacak?
Vicdan, yazılarımızı süsleyen, yeni keşfedilmiş ‘şık’ bir sözcük değildir. Bir Tanpınar romanındaki gibi, şöyle esrarlı ve dokunaklı bir cümle içinde geçtiğinde, o cümlenin kaderini değiştirecek ‘kullanışlı’ bir sözcük hiç değildir. Öyle her yazıda top gibi çevrilecek, ağızlara sakız yapılacak ‘hafif’likte bir sözcük olmadığını ise yazan bilir. Vicdan, taş gibi bir şeydir. İnsanın içine oturur. Ağır bir şeydir. Bir yazıya düştüğünde o yazıyı ezecek, utandıracak, kıvrandıracak bir ağırlığı vardır. Yazının da içine oturur. Ancak gerekli hallerde kullanılacak bir şeydir. Örneğin yangın çıktığında, o yangından 35 insan ölü olarak çıktığında, ve yetkili yetkisiz her ağızdan o yangını söndürecek bir söz yerine alev gibi, yangın gibi sözler çıktığında kullanılacak bir şeydir. Hayali bir şey değildir vicdan. Dersim için ayrı, Sivas için ayrı vicdan olmaz, olursa bunun adı vicdan olmaz. Olur olmaz yerde ve zamanda vicdandan söz etmeyin, onun yerine yalan da olsa ‘şefkat’ten filan dem vurun Ferdi Özbeğen yorumuyla, hiç olmazsa hatıraları içimizi yakacak değil, gönül telimizi şöyle bir titretip geçecek cinstendir.”
Bu yazıyı geçen yıl yazmıştım Madımak Oteli katliamıyla ilgili. Bu yılın 2 Temmuz’u Sıvas yangınının 20. Yılıydı. Devletlilerimizher zamanki gibi görmemeyi tercih etti. Başbağlar’ı anarken Sıvas’a yanmak bir yana, akıllarına bile gelmedi. Akıllarına diyorum zira kalplerine zaten gelmemiştir. Sanıyorlar ki Sıvas’ta 35 cana ağlayan gözler, Başbağlar’daki 33 cana gelince kurur! Hiçbir şey bilmiyorlar, bilmek de istemiyorlar. “Yaradan bizleri insan yaratmış/muhabbet insana, cana muhabbet” diyen bir kültür, Yaradana nasıl hürmet ediyorsa, yaradılana da öyle muhabbet besler.
Ama dillerinden vicdan, merhamet, şefkat, adalet kavramlarını düşürmeyenler, ne yazık ki bu kavramlara da gereken saygıyı göstermiyorlar.
Azınlık dedikleri artık ölüleriyle çoğalıyor. Turgut Uyar’ın dediği gibi, şimdi “yoksulluk çoğunluktadır”, şimdi “açlık çoğunluktadır”,ama ölüleriyle de, öfkeleriyle de çoğunluk olmak istemiyorlar. Kara gözlü bir çocuğun, bir kuzunun, Ali İsmail Korkmaz’ın da ölmesiyle, kavramlar artık anlamlarını bekliyor eskisi gibi. Ali’nin, Ethem’in, Abdullah’ın, Medeni’nin, Mehmet’in katillerinin bulunup yargı önüne çıkarılmasını, Mustafa’nın gerçek failinin kim ya da kimler olduğunun bulunmasını bekliyor vicdan, merhamet, şefkat ve adalet adlı, eskiden zaman zaman da olsa anlamlı olan kavramlar.
Bunca ölünün hiçbirinin katili ortada yoksa, adalet diye bir kavramın da ne anlamı var?
https://m.facebook.com/photo.php?fbid=613958238636514&id=301710886527919&set=a.613958208636517.1073741855.301710886527919&refid=17&ref=stream