Ancak dikkat edelim. Bu afallama halinin ilanihaye süreceğini düşünmek saflık olur. “Barikatın öte yanı” inisiyatif geliştiriyor, hamlelerde bulunarak kontrolü ele almaya çalışıyor. İstenilen başarıya tam olarak ulaşamasa da Taksim’i temizleme operasyonu da son referandum önerisi de hep bu aktif tutumun bir göstergesi. Hükümetin önümüzdeki günlerde Gezi direnişi etrafında oluşmuş meşruiyet halesini parçalamak, direniş içindeki ayrımları kışkırtmak ve hâkim sınıf bloğu içerisindeki keşmekeşe bir biçimde çeki düzen vermek için sistemli girişimlerde bulunacağını öngörmek için kâhin olmaya falan gerek yok.
Dolayısıyla hızlı hareket etmek, inisiyatifi hükümete kaptırmamak gerekiyor. Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse son bir hafta boyunca bu yönde ciddi bir girişimde bulunduğumuzu söylemek güç. Gezi direnişi büyük bir toplumsal enerjiyi açığa çıkarmakla birlikte ortada bir stratejik yönelim, yani mevcut güçler ilişkisi içerisinde nereye ve nasıl yönelinmesi gerektiğine ilişkin bir netleşme söz konusu değil. Hareket kitlelerin büyük yaratıcılık ve gündelik inisiyatifi sayesinde ayakta duruyor.
İnisiyatifi karşı tarafa kaptırmamanın yegâne yolu kolektif bir tartışmayı hızla örgütlemekten geçiyor. Yani direnişe katılan bütün insanların bir parçası olacağı tartışma ve karar mekanizmaları oluşturmaktan. Gezi parkı açısından bu husus, yani işgal alanında karar alıcı ve temsili niteliği olan mekanizmalar inşa etmek hususu, basitçe teknik bir konu yahut doğrudan demokrasiye dair soyut bir ilkesel tartışma değil, acil bir politik ihtiyaç. Direnişi inşa edenlerin parçası olmadığı, söz ve karar sahibi olmadığı mevcut hal, hareketi parçalamaya ve bölmeye dönük girişimlerin önünü serbest bırakacağı gibi stratejik bir tartışmayı da boşlukta bırakacaktır.
Stratejik bir tartışma için karşı karşıya olduğumuz durumun sağlıklı, mümkünse soğukkanlı bir değerlendirmesi, tanımlanması da olmazsa olmaz. Siyasal süreçleri belli kavramsal araçlarla tanımlama, tasnif etme girişimleri asla soyut akademik bir tartışma olamaz. Mevcut hali nasıl tanımladığımız, güçler dengesini nasıl tarif ettiğimiz, ne yapmamız gerektiğine dair yapılması gereken kolektif tartışmanın başlangıç noktası olmalı. Örnek vermek gerekirse: Kimilerinin iddia ya da ima ettiği üzere bir devrimci krizle karşı karşıya değiliz. Bir dereceye kadar “devrimci” denebilecek bir ruh hali söz konusu elbette ama karşımızda bütün güçlerimizi “barikatın öte yanı” karşısında bir manevra savaşına sokacağımız bir “son kavga” durumu yok. Güçler dengesi böylesi bir duruma zinhar müsait değil. Keza romantik tınısı ne olursa olsun bir Taksim ya da Gezi “komünü” ile de karşı karşıya değiliz. Daha Taksim Meydanı’na polis dönmezden evvel bile, yani polis kuvvetleri Taksim’in haricindeyken bile, devletin tapu ve kadastrosunun, kaymakamlığının, nüfus idaresinin, belediyesinin iş başında olduğu koşullarda “komün” yakıştırması mevcut güç ilişkisinin kestirilmesi yönünde ciddi bir yanılgıya işaret ediyordu. Tarihsel analojilere başvurmak elbette gerekli ancak teşbihin gözlerimizi karartmasına da izin vermemek gerek.
Somut konuşalım: Gezi Parkı direnişinin tetiklediği bir ayaklanma ve ayaklanmanın kışkırttığı bir kitle hareketiyle karşı karşıyayız. Bu kitle hareketi özellikle Gezi Parkı’nda ve bazı başka mahallerde işgal (occupy) hareketlerine dönüşmüş durumda. Gezi’deki işgal hareketi bütün direnişin sesine ses katan bir simge haline gelmiş durumda. Bu büyük ölçüde spontan hareketin ülke çapında muazzam genişlikteki kitleleri seferber ettiği, “sokak siyasetine” çektiği hepimizin malumu. Bu durum ezenlerle ezilenler arasındaki somut güç ilişkisinde ezilenler, “alttakiler” lehine ciddi bir kaymayı gündeme getiriyor. Ancak bu kayma bir hayli kırılgan. Bu kendiliğinden kalkışma gerçekleştiği hızla da geri çekilebilir. Solun ve toplumsal muhalefet güçlerinin toplumsal hinterlandı, hepimizin bildiği gibi, çok da geniş değil. Yani solun ve toplumsal muhalefetin açığa çıkan bu kitlesel enerjiyi sevk ve idare değil elbette ama yönlendirme, kanalize etme, ona nefes alabileceği kanallar ve mecralar gösterme ve inşa etme potansiyelleri çok cılız. Dolayısıyla mevcut kazanımları, açığa çıkan dayanışma ve birliği mümkün mertebe konsolide eden, bu kazanımların üzerine sağlam basan adımlar atmak gerekiyor ve bu adımları da mümkün olduğunca hızlı atmak gerekiyor. En çok da ezilenlerin, sıradan insanların, hepimizin kendi kolektif eyleme ve kendi kaderimizi ellerimize alma gücümüze olan inancımızda yaşanan tazelenmeyi, özgüvenimizdeki bu sıçramayı önemsemek ve korumak gerekiyor. Hiç şüphemiz olmasın: Bir sonraki dönemin direniş ve mücadelelerinde bu özgüven ve bilinç sıçrayışının iz ve etkisi çok derin ve belirleyici olacak. Bu yaygın ve toplumsallaşmış hissiyatın muhafazası, akamete uğratılmaması temel önemde.
Mevcut fiili durumla yetinmek, atalete sürüklenmek karşı karşıya olduğumuz en ciddi risk. Ön alıcı adımlara, hani o artık meşhur tabirle “proaktif” bir tutuma ihtiyacımız var. Ne yöne olursa olsun adım atmak hiç adım atmamaktan çok çok daha iyi. Mesela polisin Taksim Meydanı’na girmesinden günler önce önerildiği üzere, Taksim civarındaki barikatların polisin devreye girmesini beklemeden hareketin kendi inisiyatifiyle (ve bir güç gösterisi olarak) kaldırılması ya da “rahatlatılması” gerçekleştirilmiş olsaydı bugün belki daha güçlü konumda olacaktık. Geçmişte yapılan hataları tartışmak şu anda muhtemelen gereksiz. Ancak güçler dengesinin dikkatli bir “stratejik” analizine dayanan taktik adımları “zamanında” atmadığımızda mevzi kaybettiğimiz ya da kaybedeceğimiz çok açık. Yapabileceğimiz en büyük hata mevcut durumun pasifçe sürdürülmesinden ibaret bir tutum alarak inisiyatifi karşı tarafa kaptırmak. Zaman geçmeden inisiyatif almalı, adım atmalı, yeni yollar ve mecralar icat etmeliyiz. Hareketin ne büyük bir enerjisi olduğu ortada. Ancak demokratik bir biçimde örgütlenmiş, kolektif bir “piston” olmazsa bu enerjinin yarattığı buhar bir müddet sonra havaya savrulup gidecek. Acele etmeliyiz…