Yaşar
Kemal, 28 Şubat 2015’te, bir yıl önce aramızdan ayrıldı. Yaşar Kemal’i,
yakın dostu Abidin Dino’nun satırlarıyla anıyoruz:
Ödüllerden
pek hoşlanmam. İnsanoğlu yarış atı değil ki ödüllendirilsin. Hele sanat
konusunda kim birinci, kim sonuncu, bunu kestirip atmak olanaksız gibi
bir şey. Öyleyse neden bunca seviniyorum Yaşar Kemal’e Paris’te verilen
“Yılın En İyi Romanı” ödülüne? 1979 yılına girerken Maraş albastısı
yüreklere yeni çökmüştü ve denilebilir ki bize mutluluk verecek haberler
dünyada pek kıttı.
Nicedir
“ekonomik ambargo”nun diğer alanlara da sıçradığını sezmemek elde
değildi ve bu yüzdendir ki Yaşar’ın ödül kazanması, haberin birdenbire
Paris’te patlak vermesi ile sanki birbirini kovalayan zincirleme
tatsızlık, dert, felâket dizisi kopmuş, arkasından olumlu bir sürenin
başlayabileceği duygusu baş göstermişti. Memleketimizi kimi içerden,
kimi dışardan hor göstermek için yarışırken, bir sanat değerimizin
Avrupa ve dünya çapında onaylanması, milletçe paylaşılacak bir
başarıydı, övüncüydü hepimizin.
Ödül
sadece bir imge, ya da simge diyeceksiniz… Simgelerin, imgelerin
önemini sakın azımsamayın. Yaşadığımız 20. yüzyılın sonunda imgeler,
simgeler, top tüfek, endüstri kuruluşları, enerji kaynakları vb. kadar
etkilemekte insanları. Çeşitli kavgalarda haberleşme araçlarının işlevi
öylesine önem taşıyor ki, bu yoldan yaygınlaşmış tek imgenin, simgenin
vurucu gücü, sayısal niteliği ile orantılı olmayan bir güç
taşıyabiliyor, çarçabuk yayılıyor; siyasallaşıyor açıkçası.
Dünyanın
en saygın ve ünlü kitabevinin başkanı Claude Gallimard’la Fransız
kitapçıları, 31 Ocak’ta Paris’te, yüzlerce gazeteci, yazar ve aydın
kişiler önünde Yaşar Kemal’e “Yılın En İyi Romanı” ödülünü verirken
–şimdiden biliyorum– eşim Güzin ve ben, az gidip uz gidip, 37 yıl
öncesine dönerek bir arpa boyu yol gidip, birdenbire Çukurova’da
bulacağız kendimizi…
Gözümüzün
önüne, bir deri bir kemik, köylü delikanlının biri çıkacak. Adı Kemal
Sadık Göğceli. Hemite köyünden gelmedir. Dağ bayır dinlemez, köyünden,
dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan ikide birde kopup
gelir Adana’ya, çöker önümüze, ağıtlar, türküler, destanlar serer
buruşuk sarı kâğıtlar üstüne yazılmış.
Peki
neden toplamıştır bunları? Anadolu bacılarının hep birlikte yaktıkları
ağıtların yazıcılığını üstlenmişti, bu zorunluluğu duyuyordu, esnek ve
kararlı yazısı ile. O hızla koşup geliyordu tabana kuvvet, sanki kaderi
ile kaderimiz buna bağlıymışçasına…
Önümüze
serdiği söz dizileri, Çukurova kadınlarının ölüm karşısında uyaklı
sözleri, bağırtıları, dövünmeleriydi. Sanki ölenin, vurulanın, ezilenin
yitikliği, söz kalıplarına dökülünce, yok olmaktan kurtuluyordu. Ağacı,
otu, çiçeği, böceği, kurdu kuşu, ırmağı, pınarı, yılanı, çıyanı,
serçesi, kartalı, ceylanı, camuzu, çakalı, çorçocuğu, avradı, tutması,
yanaşması, elçisi, parababası, körtopalı, çiftçi başısı, ırgatı, işçisi,
yarıcısı ile büyük değişimlerin içinde bulunan Çukurova’nın avaz avaz
ağıtlarından sorumluydu bu çocuk. Bu sorumluluğu paylaşmak için Göğceli,
ilk ağızda bizi seçmişti nedense, üç beş kişiyi ilkin. Tartışılacak bir
yönü yoktu bunun, işimiz, gücümüz, yorgunluğumuz, uykumuz, kendi
derdimiz nolursa olsun, kışın çamurlarını, yazın tozlarını saçarak
delikanlı sökün ediyor ve hemen orda, oturduğumuz kümes misali barınak
odamızda ya da Türk Sözü gazetesinin gümbür gümbür işleyen baskı
makinesinin yamacında, daha olmazsa ayaküstü sokakta bizi kıstırıyor,
tepkimizi merakla bekliyordu.
Her
getirdiği söz yumağı akıllara durgunluktu. Dehşet-li acı, dehşetli
güzel. Delikanlı, köylü usulü büzülüp çöküyor, ya da bir duvara sırt
veriyor ve izliyordu şaşkınlığımızı, hınzır ve sevinçli. Halkın
yarattığı büyülü sözler bizi duygulandırdıkça, sardıkça, coşturdukça
delikanlının sipsivri yüzünde, burgu burgu cin gibi bakışında koskocaman
bir sevinç beliriyor, bir kahkaha atıyordu. Ağıtları toplamak, ölümle
kavgaya tutuşmak gibi bir şeydi. Yitebilecek olanla, yitenle, ölümle,
yok olmakla bir yarışma.
Kurtarmak
gerekti Çukurova ve de Toros doğasının, insanı-nın söz serüvenini. Söz
sözden ötedir elbet, önemli olan sözlerin yaşantı gücü, kavga gücü, düş
gücü. Göğceli de sezinliyordu bunu besbelli ve bu yüzden kilometrelerce
yürüyüp, dağ bayır koşup ne kurtarırsa kârdır kuralınca, önce ağıtları,
sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova’nın tüm uyaklı
uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini “avlıyordu”.
Folklor derlemesi filan değildi bu iş, hayat memat işiydi, özbeöz malını
kurtarıyordu Çukurova’nın, sorumluydu kuşa kurda karşı, şaka değil.
Biliyordu ki gün gelir, sigaya çekerler adamı, “lan hırpo, nerdeydin,
neden yazmadın bizi?” Böylece söz avlıyordu Toros eteklerinde,
Gâvurdağı’nda, ormanlarda, bataklıklarda, pirinç tarlalarında,
nadaslarda, felhanlarda. Bunu yapabilmek için Göğceli yürüyordu tabana
kuvvet, boyuna yürüyordu, topladığı dizelerle yürümek arasında doğrudan
bir ilişki vardı. Bir sözcük on adım, bir adım karşılığı, bir tümce
kilometreler karşılığı olabilirdi yerine göre.
Erenler
bir tek söz duyma uğruna az mı yürürlerdi Horasan ’a, Kahire’ye dek, ya
Çukurovalı Karacaoğlan az mı yürümüştü, tüm Yürükler, Türkmenler…
Ovalardan yaylalara, yaylalardan ovalara in çık, az mı “koşmalar”,
maniler düzmüşlerdi yol boyunca? Bizim edebiyat dediğimiz bir uzun
yürüyüş. Göğ-celi bu okulun öğrencisiydi. Ayakları ile uyakları
ölçüyordu, tıpkı Bursa’daki tutsak şair gibi. O şair Uludağ dibinde,
tutuklular evinde, daracık bir odada “volta atıyordu” şiir nöbetine
tutulunca, arı gibi vızıldayarak beş adım atıyor, duvara çarpacak
oluyor, derken haydi öbür duvara!.. Şiir üretiyordu her gün, kısa adımlı
gitgellerle. Hızlı gitgellerle “İnsan Manzaraları”na girişiyordu beriki
1941 yılında. 15 yıl boyunca voltalarını, mapusane yürüyüşlerini
ölçecek olsak, uç uca koysak voltalarını, kalıbımı basarım ki birkaç kez
dünyayı sarar aldığı yol…
Göğceli,
nâmı diğer Yaşar Kemal de az yürümüyordu. Ona “Türküler Müfettişi”
adını takmıştım. Bu sefer de işi azıttı, kendi düzdüğü şiirleri
getirmeye başlamıştı, tazı gibi koşup Kadirli ’den. Osmaniye’den,
Seyhan’dan Ceyhan’dan kopup gelerek…
Yeni
çeşit bir âşıktı, sazsız. Çağdaş şairlerden haberi yoktu sanılmasın,
Çukurova’ya gelmemizden önce İstanbul’da çıkardı-ğımız tüm dergileri,
dergicikleri bulmuş okumuştu. Herkesi tanıyordu. Düzyazıya da merakı
vardı ama, kendini daha denememişti bu yolda. İlk şiirlerinde,
anımsadığım kadarı ile, doğa ağır basıyordu. Bunun böyle olması,
Çukurova’yı, Toros’u bilenleri şaşırtmaz. Burda doğanın ezici bir
baskısı vardır insanoğlunun üstünde. Karacaoğlan’ın bunca doğaya banmış
dizeleri nerden fışkırıyorlardı?
Öyle
bir doğa ki, efsanelere göre ölüme bile çare bulunurdu; Lokman Hekim bu
bölge otlarından faydalanıp hastaları iyi etmişti, Lokman Hekim’den
önce Dioskorides buralarda aynı işi yapmış, ölüme oyunlar oynamıştı.
Hem
de, bitkiler nasıl gür fışkırıyorsa Toros eteklerinde, Çukur’da
sözcükler de öyledir, öyle fışkırır silme güzel. Biliyorum, doğa bir
yana, tarihsel nedenleri var bu birikimin, insan selleri kelime
tortularını bırakmış ve bunlar Toros imbiklerinden süzüle süzüle en arı
Türkçeyi meydana getirmiş. Bir zamanlar şakamsı öğütlediğim “Çardak köyü
Türkçesi”nin nedeni bu. Benimsenmesinin nedeni bu. Örneğin dil
sevdalısı her Fransızın daima söylediği “en güzel Fransızca, Loire
ırmağı çevresindedir” sözü, hiç de yadırganmaz Parislilerce… İstanbul’da
Süleymaniye Mahallesi’nde ya da Beykoz’da (Orhan Veli’nin köyünde)
Türkçe az mı güzel? De-ğil, ama, Türkmenlerden gelme sözcük ve tümce
kuruluşu da yabana atılamaz. Hem İstanbul Türkçesi dediğimiz dil,
1453’ten sonra Fatih’in tüm Anadolu bölgelerinden getirdiği
toplulukların lehçeler kaynaşmasından, bileşiminden meydana gelmedi mi?
Diyeceğim şu ki, yaman süzgeçlerden geçerek oluşmuş bir dilden faydalanıyordu Göğceli. İyi bir taban…
Aylar
geçiyordu. Bata çıka, düşe kalka sözcük avına devam ediyordu kan ter
içinde delikanlı. Arada bir, az “harçlık” edinmek için şurda burda,
pirinç tarlalarında ya da biçerdöverde, daha olmazsa mahkeme kapılarında
“yazıcılık” ediyor, beş on kuruş kazanıyor, son hızla tükettiği
ayakkabılarını yeniliyordu.
Böylece
Adana’ya gelebiliyordu bir süre. Köylü istidaları yazmak belki
“şiirsel” değildi, fakat dinlediklerini yazıya dökmek, kupkuru ve
edebiyatsız yazmak öğreticiydi; ayak basıyordu kuru gerçeğe, olaylara,
kurallara, direnç ve baskılara. Gün geçtikçe aklı yatıyordu düzyazıya.
Gerçeğin şiirine giriyor, erişiyordu.
Şiirden
düzyazıya geçişte, belki bir ölçüde başka etkenler de vardı. Hemite’nin
arka dağlarında rastlanan kimi iri heykellere benziyordu Arif Dino ve
bu bilge adam, Göğceli’ye Don Kişot romanını örnek almasını öğütlüyordu,
roman yazmasını istiyordu. Roman türünün ana-babasıydı Arife göre
Cervantes’in Don Kişot’u. Arifin yorumları Lukacs’ın yorumlarından pek
farklı değildi. Göğceli’ye “Kederli Suratlı Şövalye”nin çağ değişimi
niteliğini anlatıyor, bölüm bölüm yorumluyordu. İstanbul Edebiyat
Fakültesi’ndeki asistanlığını yüzüstü bırakıp Adana’ya gelen Güzin Dino
(yeni evlenmiştik) Göğceli’ye Stendhal, Balzac, Flaubert’i bağıra çağıra
okutuyor ya da anlatıyordu zorla. Sevmediğinden değil o yazarları,
fakat Çukurova’lı delikanlı o kadar doluydu ki, Fransa’nın 19. yüzyıl
insan ilişkileri onu sabırsızlandırıyordu biraz. Ama örneğin Balzac
babanın sosyal bir durumu kıskıvrak yansıtması, onu etkilemiyor değildi,
ya da Stendhal’ın kadınları…
Bana
da sorular soruyordu hiç durmadan, ben de aklımın erdiği kadar
Gogol’dan, Babel’den, Gertrude Stein’dan, Tzara’dan söz ediyordum
rasgele. Bir de Sabahattin Ali vardı ortada… Çarçabuk fark etmiştim ki,
Kemal Sadık’ın beğeni ve seçenek gücü sözcüklerin ötesine varıyordu.
Saat Kulesi taraflarında kilim satan bir dükkânda en güzel kilimi saniye
yitirmeden gösteriyordu bana. Diyelim ki bu kendi köylü alanıydı,
özbeöz kültürü idi. Pekâlâ, ya yirmi otuz çizgimi serdiğim zaman önüne,
nasıl da hemen en iyisini gösteriyordu hiç şaşmadan! Picasso’nun,
Matisse’in, Henry Moore’un renkli baskılarını görünce derhal sihirlerine
kapılıyor, günlerce sözünü ediyordu. Dikkat kesilip dinliyordu
Eisenstein’in kamera ile yaptığı biçim istiflerini, ya da kurgu
uyaklarını… Bilgiçlik taslıyordum, anlayacağınız… Bir de piyes yazmayı
denemiş, Orta Anadolu dilini kullanmıştım ilk kez. Çok sarmıştı onu bu
metin ve yeni yayımladığım bu kitapçık. Bir iki hafta sonra “Heyeti
Vekile” kararı ile toplatılınca, öfkelenip küsüp gitmişti. Acayip bir
yönü vardı: Kimse onun kadar sevgi dolu değildi dünyaya karşı, ama
birdenbire de ölesiye küserdi insana doğaya, dünyaya. Öylesi günlerde
içine çöken karartı yüzüne vurur, acayip bir renge bürünür, büzülür,
eğrilir kalır, ya da kaçardı bir süre. Daha tam karar verememişti sevgi
ile öfke arasında. Kafası kızınca tabanları ağrıyıncaya, yarılıncaya
kadar kaçıyordu rasgele, sonra da uzun, korkulu düşlere dalıyordu 48
saat yumulup bir kenarda.
Günün
birinde tam hızla çakıldı karşımıza, yarıştan sonra bir koşu atı gibi
titriyordu her tarafı, ayaküstü “Bebek” hikâyesini okudu bize; Arif’e
Güzin’e ve de bana. Söylenecek fazla bir şey yoktu, “oldu”, dedik,
“tamam”, dedik, “arkasını getir”, dedik yüreğimiz çarparak. Aslına
bakarsanız ne malûmdu arkasını getirebileceği? Öylesine güzel, yemyeşil
bir filiz yetişiyordu ki Çukurova’da, ne malûmdu mandaların ayakları
altında ezilip yitmeyeceği? O kadar zor, o kadar zordu ki başladığı
yoldan bir yerlere ulaşması, kazaya uğramadan, sınıfsal barajlarda
eriyip gitmeden…
Bir
de filinta gibi acı bir delikanlı daha katılmıştı çevremize, Bursa
Hapishanesi tornasından geçen Orhan Kemal. Böylece “Adana Okulu” oluştu,
tamamlanmış bulundu. Bursa’dakinden haberler getiriyordu Orhan Kemalî,
taptaze yazılmış dizeler getirmişti ezberinde. Nâzım Hikmet’in imgeleri
ile, insanları ile, kalabalıkları, bozkırları, destanları ile, köylüleri
ile… Nasıl da dinliyordu Göğceli, Nâzım’ı: “O, topraktan öğrenip /
kitapsız bilendir.”
Yeni
şiirler geldikçe Bursa Cezaevi’nden, köylü delikanlı kamçılanmış bir at
gibi tozutuyordu yolları Toros’un dibinde, türküler çığıra çığıra.
(Nâzım’la karşı karşıya gelinceye dek, ne çok zaman geçecekti daha…) Bir
süre sonra başımıza gelenler, darmadağın edilmemizin hikâyesi uzun
sürer, Göğceli’nin karakollara düşmesi… Hayrola, neden başı derde girdi
(daha doğrusu ayakları) diyebilirsiniz belki… Ayrıntıların önemi yok,
başka türlü olamazdı sadece. Evet, işin kökeninde sınıfsal baskı
yatıyordu. “Ayaktakımından bir köylü parçası”, köylüler namına konuşup
yazmaya kalkışıyordu, falakalara, “çifte ay”lı dosyalara yeter de artar
da böylesi bir çıkış…
Neyse
ki günün birinde kapağı İstanbul’a atacaktı tutuklar evinden çıkınca.
Buğday harmanına bir tane gibi karışıp İstanbul’a, kalabalıkta yitecek,
hem de ne olur ne olmaz isim değiştirecekti. Bir ara “Gaz Şirketi”nde
kontrol işlerinde çalıştı, gaz saatlerini denetliyordu elde defter ve
cep feneri. Kent dimdik ve kaskatı idi ve delikanlı basamakları çıktıkça
bin bir ya-şantı ile karşılaşıyordu aralanan her kapıda. Bütün gün
merdivenler çıkıyor, iniyordu ve Balzac’ın romanlarını ansıyordu ya da
Flaubert’i. Beyoğlu’nun beşinci katları Toros’a tırmanmaktan bile zordu,
ayakkabılar bir haftada eriyordu… Derken Cumhuriyet’e girdi, Nadir Bey,
Cevat Fehmi, Babıâli… Kebapçılar, İzmirli’nin şerbeti…
Şimdi
bugünlerde, her gün Paris’te yürüyüşler başladı yine, Yaşar yürüyor
bütün gün, Eyfel Kulesi senin, Saint-Michel meydanı benim, fırdolanıyor.
Nedeni, yeni bir kitaba başladı da ondan, bir de Paris Üniversitesi’nde
destan üstüne bir seminere katılması var işin içinde. Manas’ı, Dede
Korkut’u, Köroğlu’nu tartışıyor etnologlar, öğrencilerle birlikte.
Ortalık
kararınca bize uğruyor: “İyi gitti bugün”, diyor. Ne gitti, kim gitti,
nereye gitti demek gereksiz, biliyorum ki roman “iyi yürüdü” demektir o,
çünkü romanlar da yürür, yürür de Paris’e kadar gelir, başını alır
dünyayı dolaşır… “Yürü yâ kulum…” Fakat yeni başlanan romanı bitirmek
için Menekşe’de, Şile’de, Bolu’da, Bor’da, Niğde’de bol bol yürümesi
lazımmış Yaşar’ın…
Yaşar
bir Paris köylüsü, Paris de iri bir köy ama, Paris kaldırımları doğadan
kesik, bizim illere benzemez, buralar başka türlü. Doğru. Beteri var:
Türk gazeteleri sis ya da kar yüzünden Paris’e erişememekte kimi gün ve
bu yüzden bir telaş, bir telaş alıyor ki bizimkini… O zaman Yaşar,
havasız kalmış bir dalgıca benziyor deryalar dibinde…
Bugün
Yaşar’ın romanlarında doğa-insan sorunsalından söz etmeye niyetliydim.
Derken gevezeliğe daldım, kusura bakmayın… Ayın 31’inde sayın Claude
Gallimard roman ödülünü sunacak, Yaşar’la tokalaşacaklar,
fotoğrafçıların “flaş”ları patlayacak, bir gürültü patırtıdır gidecek ve
bizlerden, Thilda’dan, kitabı çeviren Münevver Andaç’tan başka kimse
bilmeyecek Yaşar’ın o kalabalık içinde tek özlemini: Her şeyi oracıkta
yüzüstü bırakıp, Menekşe bayırlarında uçurtma tokuşturmak, ya da daha
iyisi Hemite’de şekerkamışı çiğnemek dururken… Ne diye buralara kadar
gelmiştir sanki…
(Bu
yazı, 5 Şubat 1979’da Milliyet Sanat dergisinde yayımlanmıştır. Ayrıca,
Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan “Ağıtlar” kitabında da yer
alır.)
Kaynak: http://www.kulturservisi.com/p/abidin-dino-anlatiyor-yasar-kemal-bir-uzun-yuruyustur-sevgi-dolu/