*Çeviri: Elçin Gen
2016
tarihli Küresel Kölelik Endeksi raporuna göre, günümüzde dünya üzerinde
45,8 milyon köle var. Bunların yüzde 58’i Hindistan, Çin, Pakistan,
Bangladeş ve Özbekistan’da çalışıyor. Zorunlu çalışma, yaşam
standardının en yüksek olduğu ülkeler de dahil hemen hemen bütün
ülkelerde mevcut.
George A. Romero’nun Ölüler Ülkesi (2005) filminden. |
Küresel Kölelik Endeksi, her yıl,
Avustralya’da kurulan (2010) ve çağdaş kölelik biçimleriyle mücadele
etmeyi amaçlayan Walk Free Foundation adlı insan hakları örgütü
tarafından yayınlanıyor. Endeksin ilk yayınlandığı 2013’te köle sayısı
29,8 milyon olarak gösterilmişti. Bu çarpıcı artışın en önemli
sebeplerinden biri, istatistiki veri toplamada kullanılan teknolojinin
gelişmesinin yanı sıra (son derece karmaşık bir işlem bu), Orta
Doğu’daki askerî kriz sebebiyle buradan yaşanan göçün muazzam artmış
olması. Artık şu veya bu bölgeyle sınırlandırılması mümkün olmayan,
ulusal sınırları sermaye kadar büyük hızla aşan bu savaş devam ettikçe,
köleleşen insanların sayısının da artmaya devam edeceği aşikâr:
mülteciler, göçmenler, harap olmuş veya terk edilmiş yerlerin sakinleri,
veya sadece yoksullar.
Tabii resmî kayıtların sadece “sayılabilen”
insanları temsil ettiğini söylememize gerek yok. Dünya üzerindeki gerçek
köle sayısını tespit etmek imkânsız, zira ortada, küçük tacirlerden
tutun da endüstriyel ölçekte insan ticaretini veya zorla çalıştırmayı
örtbas eden güç yapılarının üst düzey temsilcilerine kadar, çok çeşitli
aktörlerin dahil olduğu yasadışı faaliyetler var. Zorunlu ve ücretsiz
emek, inşaat, imalat, madencilik ve tarım sektörleri ile özel
çiftliklerde kullanılıyor. Yoksul ailelerin çocukları satılarak seks
işçiliğine veya askerliğe zorlanıyor, seri üretim hatlarında işçi veya
eviçi hizmetçi olarak çalıştırılıyor.
Bütün bunlar korkunç, infial uyandırıcı
olaylar; gelgelelim çağdaş kölelik olgusuyla ilgili tartışmalar, insan
hakları söyleminin ötesine geçemiyor – sanki ortada, tüm dünyaya
yayılmış ve gittikçe hız kazanan dallı budaklı bir kölelik şebekesi
yokmuş da, bütün sorun münferit olaylardan, geri kalmışlıktan, esef
verici yanlış anlamalardan ibaretmiş gibi. Köleliğin resmî olarak
geçmişte kaldığı bir dünyada yaşıyoruz. İnsan hakları uzmanları Küresel
Kölelik Endeksi’ni analiz ederken, çeşitli ülkelerin sayısal
göstergelerini karşılaştırıyor; evrensel kölelik yasağına uyulması veya
yasağın ihlal edilmesi konusunda her ülkenin kendi yöntemleri, “suç
delilleri”, hesap verebilirlik ölçütleri var: Yani çağdaş kölelik
evrensel bir küresel sorun olarak kabul edilmiyor. Ancak, son tahlilde,
burada asıl önemli olan bir yasanın ihlal edilmesi değil, işlenen suçun
yasanın gizli yüzünü (gizlenen veya inkâr edilen gerçek mahiyetini)
ortaya çıkarması. Ahlakın ve hukukun, her ülkenin kendi örf ve yasal
normlarının ötesinde, kölelik dünya ekonomisinin sınırsız ve kontrolsüz
bir gerçeği. Dahası, kölelik bir anlamda dünya ekonomisini sistemli
biçimde finanse ediyor.
Artık tamamen “kara” –yani kriminal– hale
gelen köle piyasası şimdi iki başka piyasayla kesişiyor: silah ticareti
ve uyuşturucu ticareti. Paranın, malların, yaşamın ve ölümün bu kara
üçgen içindeki dolaşım ölçeği öyle bir boyuta vardı ki, tamamen “beyaz”
yani yasal olan piyasa ekonomisi, istatistiki şeffaflığı olmayan bu
temelin üstyapısı gibi görünüyor: kâr “aklama” mekanizmalarının toplamı,
veya düpedüz bu temeli örten dekoratif bir perde.
“Demokratik yönetimin temel dayanağı özgürlüktür”, diyor Aristoteles Politika’da.
Kuşkusuz bu sözler yalnızca dönemin Atina demokrasisi için değil,
zamanımızın liberal demokrasisi için de geçerli. Bu iki sistem
arasındaki farklılıklara işaret edilirken, ilkinde insanların iradesinin
doğrudan ifade edildiğine, ikincisinde ise bir hükümet aracılığıyla
yürürlüğe konduğuna dikkat çekilir; ayrıca Atina demokrasinin köle
sahibi bir toplumda vücut bulduğu söylenir: İradesini doğrudan ifade
eden halk, önemli sayıda köleyi kapsamayan özgür yurttaşlar grubundan
oluşur, liberal demokraside ise kölelik aşılmıştır ve toplumun bütün
mensupları özgür yurttaşlar olarak kabul edilir. Oysa gördüğümüz gibi,
“aşılmış” kelimesi gerçeklere tam anlamıyla tekabül etmiyor.
Kara
Afrika’dan Haiti’ye sadece kölelerin getirilmediği iyi bilinir. Yeni
kıtada kölelerle birlikte yeni tapınma biçimleri de ortaya çıkmıştır;
bunların başında, Afrika dinlerinden, Katoliklikten ve yerli halkların
geleneklerinden devşirilmiş unsurları birleştiren vudu kültü gelir
(1791’deki köle isyanlarının başını çeken ve aynı yılın Kasım ayında
idam edilen Dutty Boukman bir vudu rahibidir örneğin). Vudu kültüyle
birlikte dünya sahnesine başka bir kahraman daha çıkar: zombi – yani
yaşayan ölü, vudu büyücüsünün kölesi.
Tarihin ve dünyanın sonuna dair fantezilerde
çağdaş kitle kültürünün başat insan-sonrası figürlerinden biri haline
gelen zombi, Haiti folklorunun ayrılmaz parçasıdır ve sömürgeciliğin
ürünüdür. Zombilerin ilk nasıl ortaya çıktığı konusunda çeşitli
açıklamalar var. En gerçekçi açıklamaya göre, vudu büyücüleri yaşayan
insanları koma benzeri bir duruma sokan veya klinik açıdan ölü hale
getiren zehirli maddeler kullanıyordu; bu insanlar canlı canlı
gömülüyor, sonra uyandıklarında, ancak basit talimatlara veya komutlara
uymalarına yetecek belli bedensel işlevleri yerine getirebiliyorlardı.
Bu farmakolojik açıklama dışında, zombi fenomenini psiko-sosyal
çerçevede açıklayan iddialar da var. Mesela yaşayan ölülerin geceleri
şeker kamışı plantasyonlarında çalıştıklarını anlatan hikâyeler. Her
halükârda, zombinin kökensel anlamı, çağdaş kitle kültüründeki gibi
kişisiz bir kötülük ve yıkımla değil, zorla çalıştırmayla bağlantılıydı.
Yaşayan ölüler, ıssız bir dünyada insan eti
arayarak dolanan hissiz bir güruh haline gelmeden önce, köleydiler.
Sömürgecilik çağında ölüm, Saint Domingue [Haiti] sakinleri için hayat
boyu mahkûm oldukları kölelikten kurtulmanın yegâne yolu gibi
görünüyordu: doğdukları Afrika topraklarına dönmenin, ruhlarının yeni
bir hayata başlamasının yolu. Dolayısıyla onlar için zombiye dönüşmekten
daha dehşet verici bir ceza olamazdı; çünkü o zaman, özgürlüğüne
kavuşma yolundaki son umudu olan ölümün de elinden alındığı insan,
ilelebet köleliğe mahkûm oluyordu. Haiti’deki Afrikalılar için zombiye
dönüşmek yalnızca ömür boyu değil, öldükten sonra da köle olmayı temsil
ediyordu. İsyan eden kölelerin “Ya Özgürlük Ya Ölüm!” sloganı bu
bağlamda daha derin bir anlam kazanıyor.
Zombiler bir anlamda ölümsüz ruhlardır. “Zombi” kelimesi Bantu-Kongo dilinde “tanrı, ruh” anlamına gelen nzambi
kelimesinden gelir, ama zombilerin varlığı ölmenin imkânsızlığını
gösterir. Zombiler, canlandırdıkları ve hareket ettirdikleri ölü
bedenlerde yaşayan ruhlardır. Zombileri konu alan birçok filmde, bu
yaratıkların ancak beyinlerine kurşun sıkılarak yok edilebildiğini
hatırlayalım. Zombinin beyni, insanın ölümden sonraki hayatını
oluşturur, ama insana ait olan her şey çıkarılmıştır ondan: hafıza,
akıl, duygu, haysiyet vs. Zombi her şeyini kaybetmiştir, ama bütün bu
kaybın ortasında ayaklanan bir şeyler vardır.
Özgürleşme yolundaki yeni radikal özne, tam
da buradan, sonuna kadar gayri insanileştirilmiş bu kölelik cevherinden
doğuyor olmasın? İsyanı, protestoyu, baskıcı bir rejimin ya da insafsız
bir efendinin devrilmesini insan dışı –hayvani, mekanik ya da cansız–
bir unsurla ilişkilendiren kolektif imgelem figürleri yaratan günümüz
kültürü de buna işaret etmiyor mu? Makine, hayvan, canavar, böcek,
sürüngen, oyuncak bebek, ceset ve diğer tüm arketipik Ötekiler,
Goethe’nin “mutlak efendi” dediği ölümden geçtiği için hiçbir insanın
izini süremediği o yaşamdan bilince uzanan çetin yolu kat eden
ezilenlerin kılığına bürünüyor. Önce canlanıp hareket etmeye
başlıyorlar, sonra hissetmeye, düşünmeye, ve onları özgür yurttaş,
insan, özne saymayan sisteme karşı eyleme geçmeye...
Wilson Bigaud, “Üç Zombi”, 1953 |
Zombiler, bu tür insan-sonrası özgürleşme
özneleri arasında istisnai bir yer teşkil ediyor; bu kısmen, ne sıcağı
veya soğuğu, ne de acıyı hisseden Haitili atalarından miras aldıkları
dayanıklılıktan ileri geliyor, kısmen de ümitsizlikten – yani,
doğalarında umut namına hiçbir şeylerinin olmamasından. Zombiler, sadece
felaketi (kıyameti) değil, kendilerini de atlatarak hayatta
kalmışlardır. Bütün insanlarla birlikte sağ kalmışlar, ama onları
bağımlı hale getirebilecek her şeyi geride bırakmışlardır. Artık onlara
hükmeden büyücüler yoktur – post-apokaliptik zombiler efendisizdir.
Kendi köleliklerinden sağ çıkmış, insana özgü efendi-köle diyalektiğinin
sınırlarını aşmışlardır. Nitekim George A. Romero’nun Ölüler Ülkesi (2005)
filminde zombiler sınıf bilinci geliştirir ve ezilenlerin en alt
tabakası olarak, insanın gücünün yetmediği anlaşılan proletaryanın
devrimci tarihsel misyonunu yerine getirirler. İnsan bireylerine değil,
kelimenin gerçek anlamıyla kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların
–bedenleri bile dağılmaktadır– ümitsizliğine dayanan yeni bir kolektif
örgüt biçimi geliştirirler.
Oxana Timofeeva’nın Crisis and Critique dergisinde yayınlanan “Freedom is Slavery” başlıklı yazısından seçilmiş pasajların çevirisidir. Yazının tamamı için bkz. Oxana Timofeeva.pdf