Annenin -ya da birincil bakım vereni her kimse o 
kişinin- aynalama işlevi çocuğun kendi zihnini temsil edebilmesi için 
zaruri bir zemini oluşturur. Anne çocuğun duygusunu algılar, onu 
indirger, kendisinin değil çocuğun duygusu olduğu şeklinde işaretler ve 
son olarak da çocuğa geri verir yani yansıtır. Böyle yazınca çok 
karmaşık görünmüş olabilir ama annesine erişemeyince canhıraş vaziyette 
ağlayan bebeğine “oh, kıyamam ben sana, korktun mu sen?” diyen annenin 
gözünüzün önüne gelen ifadesi tam olarak anlatmaya çalıştığım 
fenomendir.
Geçen hafta sanatın derdi ile başa çıkmaya çalışan birey için sanatın
 eşsiz bir yöntem olabileceğinden bahsetmiştim. Sanatın nasıl olup da 
iyileştirici olduğu upuzun ve keyifli bir tartışma başlığı ama önce 
insanın dertle nasıl baş ettiğinin genel çerçevesinden bahsetmem 
gerekir.
İnsan hayal kırıklığı, korku, endişe, mahcubiyet, mutsuzluk gibi 
olumsuz duyguları yönetmekte zorlanabilir. Ne yazık ki bu gibi 
durumlarda genel refleks bu duyguları yok saymak olabiliyor. Kişisel 
gelişim kültürü de olumsuz duygulardan kurtulma ya da olmadıklarına 
ilişkin insanın kendisini telkin etmesinin propagandasını yapmakta. 
Duyguların yönetilebilmesi teknik olarak “emosyon regülasyonu” başlığı 
altında tartışılır ve biliyoruz ki emosyon regülasyonu için önce o 
duygunun görülmesi ve kabul edilmesi gerekmektedir. Görülmeyen ya da 
kabul edilmeyen duygu “ben buradayım” demenin bir yolunu bulacaktır. 
Duyguyu görmek için de önce kendi zihinsel durumunu temsil edebilmesi 
gerekir: İnsan tür olarak kendi zihnini temsil edebilse de (üstbilişsel 
yetenekler yani bir konuyu düşünüyor olmakla ilgili düşünme buna bir 
örnek olabilir) insan yavrusu doğumunda bu yeteneğe sahip değildir. 
Kendi zihnini temsil edebilmesi için önce bir erişkinin zihnine ihtiyacı
 vardır. Bakımını sağlayan o erişkinin zihnindeki kendi zihninin 
temsilini ödünç almasıyla başlar her şey. Açıklayayım:
İnsan yavrusu doğduğunda pek acizdir, malumunuz diğer türlerin 
başardığı pek çok yetkinlikten mahrumdur. Sıcak tutulması, beslenmesi ve
 temizlenmesi gerekir, kendi başına hareket etme yeteneğini neredeyse 
bir sene boyunca kazanamayacaktır. Ana rahmindeyken hiç deneyimlemediği 
açlık, üşüme, terleme, poposunun yanması ya da gaz sancısı gibi pek çok 
dertle doğumuyla birlikte baş etmek zorunda kalacaktır. Daha da kötüsü 
bu dertlerin ne olduğuna ilişkin de bir fikri yoktur. Dil öncesi bir 
varoluş biçimi yaşadığından ontolojik olarak fikrinin olamayacağını 
söylemek daha doğru aslında. Henüz bedensel temsiller bulunmadığından 
zihinsel temsillerin bulunmasını beklemek de absürt olacaktır. Yavru 
bakım alma süreci boyunca bedensel temsilleri geliştirecektir, bunun 
uzanımında ama biraz daha karmaşık biçimde de zihinsel temsilleri. 
Annenin -ya da birincil bakım vereni her kimse o kişinin- aynalama 
işlevi çocuğun kendi zihnini temsil edebilmesi için zaruri bir zemini 
oluşturur. Anne çocuğun duygusunu algılar, onu indirger, kendisinin 
değil çocuğun duygusu olduğu şeklinde işaretler ve son olarak da çocuğa 
geri verir yani yansıtır. Böyle yazınca çok karmaşık görünmüş olabilir 
ama annesine erişemeyince canhıraş vaziyette ağlayan bebeğine “oh, 
kıyamam ben sana, korktun mu sen?” diyen annenin gözünüzün önüne gelen 
ifadesi tam olarak anlatmaya çalıştığım fenomendir. Kulağa karmaşık 
gelse de insanların içgüdüsel biçimde gerçekleştirdikleri bir işlevden 
bahsediyorum.
Fonagy ve arkadaşlarının geliştirdiği “mentalizasyon” kuramının temel
 önermesi tam da bu noktaya dayanmaktadır: Bireyin kendini zihinsel 
olarak temsil etmesi ancak tekrarlayan aynalama deneyimlerinde annesinin
 zihnindeki kendi imgesini içselleştirebilmesi ile mümkün olacaktır. 
Klasik psikanalitik kuramdaki ebeveynin içselleştirilmesi bahsinden daha
 farklıdır bu; ebeveynin zihnindeki kendi imgesini içselleştirme. 
Dolayısıyla her kişi çocukken ebeveynlerinin kendisini nasıl gördüğünü 
hissettiyse erişkinliğinde de kendisini epeyce bu şekilde 
algılayacaktır. Yeterince aynalayamayan ve çocuğa bu imgeyi sunamayan 
ebeveynlerle büyüyen çocuklar ise yetişkinliklerinde kendi zihinsel 
durumlarını temsil etmekte başarılı olamayabilirler.
“…
Unutulmuş gibiyim ben
Ve insan bir bakıma unutulmuş gibidir
Bilmem ki nasıl anlatmalı?
Yalnız bile değilim”
derken Edip Cansever tam da içselleştirilemeyen bu imgenin 
eksikliğine işaret ediyor gibidir. Öyle ya, “yalnızım” diyebilmek için 
kendisinin yalnızlık çeken zihinsel bir imgesine ihtiyacı vardır. 
Cansever yalnız bile değildir. Dolayısıyla yalnızlıkla başa çıkabilmesi 
de ontolojik olarak mümkün değildir aslında. Daha sonra annesinin güneş 
gözlükleri de şiirine konu olacaktır. Belki de “yalnız bile değilim” 
dedirtecek kadar derin bir boşluğun yani kendi zihinsel imgesinin 
eksikliğinin esas nedeni tam da annesinin güneş gözlükleri ile sembolize
 ettiği o aynalanma mahrumiyetidir. Böylece şair ironik biçimde “Bilmem 
ki nasıl anlatmalı?” derken aslında anlatmanın yolunu bulmuştur, 
şikayetlendiği ve eksikliğini hissettiği o mentalizasyon sürecini yıllar
 sonra sanat yoluyla gerçekleştirebilmiştir. Cansever adeta psikoterapi 
sürecini dört mısra ile anlatmıştır.
Ebeveynleri tarafından yeterince aynalanmadıklarından onların 
zihinlerindeki kendi imgelerini içselleştiremeyen bireyler 
erişkinliklerinde kendilerini mentalize etmekte sorun yaşadıklarından 
kendilerini salt fiziksel varlıklarıyla tanımlamak zorunda kalabilirler.
 Böylelikle kaygısını göremeyip çarpıntısını gören bir kişinin panik 
atak yaşaması gayet olası olacaktır. Benzer şekilde heyecanını temsil 
edemediğinden dolayı kapsayamayan (ya da kabullenemeyen) ve hiç tahammül
 edemediği ve ortadan kaldırmaya çalıştığı için daha da heyecanlanıp 
sosyal kaygı yaşamak da mümkün olabilir.
Özetle bireyin derdini çözmesi için derdi telaşlanmadan önce bir 
“ağırlayabilmesi”, ağırlayabilmesi için de tanıyabilmesi, tanıyabilmesi 
için de içine dönebilmesi ve bakabilmesi gerekir. Bu noktada konumuza 
dönebiliriz çünkü sanat bireyin aynalanabilmesi ya da kendi içine 
dönebilmesi için eşsiz bir olanak. Dolayısıyla sanatla derdini görmek ve
 ağırlamak mümkün olurken bunu meslek, gelir ya da saygınlık gibi 
kendisi için başka yararları da barındıracak biçimde gerçekleştirmek 
mümkün olabiliyor, ki sublimasyon tanım olarak tam da bu demek işte.
İlk yazıda dert için sanattan, bu yazıda da insanın derdi ile 
mesaisinden ve sanatın bu mesaideki yerinden bahsettim. Sonraki yazıda 
da kitlelerin dertleri ve sanat ilişkisinden bahsedeceğim.
Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2016/11/09/djangonun-gitari-2-insanin-derdi/ 
